7 Eylül 2007 Cuma

Haçlılar ve Kudüs Katliamı

Hüseyin ERGİN
Bu yazıda insanlık tarihinin en kara lekelerinden biri olan, Birinci Haçlı Seferi(l099) neticesinde Kudüs’ün Haçlılar’ın eline geçmesi ve bu şehirde yapılan katliamları ele alıp, kendi kaynaklarından itiraflarını göreceğiz:
Miladi 11. asrın sonlarına doğru Eski Dünya kıt’alarında umumi manzara şu idi: On Asya’da. Halifeliği elinde bulunduran Abbasi hanedanının güçten düşmesiyle birlik bozulmuş, Çin sınırından Atlas Okyanusuna kadar uzanan İslam topraklarında irili ufaklı birçok devlet oluşmuştu. Bunların sürekli birbiriyle mücadele halinde oluşu, İslam’ın siyasi ve askeri gücünü iyice azaltmıştı. Abbasi hilafeti en son Selçuklular’ın imdadıyla yok olmaktan kurtulmuş; ancak bu büyük Türk devleti de 1092 yılında Büyük Sultan Melikşah’ın vefatıyla bölünmeye uğramıştı...
Avrupa’da ise, feodal rejim sürmekle birlikte, başlıca üç büyük krallık siyasete hâkimdi: İngiltere, Fransa ve Almanya. Papalık müessesesi ise, tarihin en kuvvetli ve otoriter günlerini yaşıyordu.
Bir taraf’ta Endülüs’teki hala kuvvetli İslam varlığı, bir tarafta da Selçuklu Türkleri’nin İslam savaşçıları sıfatıyla Marmara denizi kıyılarına, dolayısıyla Avrupa’ya dayanmaları Avrupalıları kendi içlerindeki mücadelelere muvakkaten bir nihayet vermeye ve İslam tehdidiyle ciddi şekilde ilgilenmeye sevketti. Kısaca, Haçlı seferleri yapıldığı sırada, birlik içinde bir Avrupa’ya karşılık darmadağın bir Şark-İslam dünyası vardı. İlk Haçlılar’ın başarısını İslam’daki bölünmüşlüğe veren tarihçi Barker şöyle demektedir: “Suriye emirleri arasındaki tefrika ve Abbasi ve Fatimi halifeleri arasındaki bölünmüşlük sayesinde kutsal şehir fethedildi ve Kudüs Krallığı kuruldu.”
Haçlı seferleriyle ilgili hemen bütün tarihçiler aynı sebepleri ileri sürerler. Şüphesiz en büyük sebep kilisenin kışkırtmacılığıdır. 11. yüzyıl kilisesi bu seferlerde, kanuni mesned olarak iki yerleşmiş geleneği kullandı: Hac ve Kutsal Savaş.
Haçlı seferleri her ne kadar Papalık merkezli olsa da, bu hareketi saf bir dini hareket olarak yorumlamak hatalıdır. Hadiseler geliştikçe, hac motifi esas mahiyetini yitirdi ve Haçlı hareketi belli bir alandaki belli bir grup üzerine yapılan hususi bir tarzda bir kutsal savaş olmaktan saptırılarak, yakın ve uzak düşmanlarıyla olan mücadelelerinde Papalığın dini ve politik gayelerine hizmet eden bir alet durumuna düşürüldü.
Haçlı seferlerinin mimarları olarak bilinen papazlar, halkı ve yöneticileri kışkırtmak için her türlü yalanı söylüyorlardı. Ancak Kudüs o an hiç de Hristiyanların inkisar ve öfkesini celbedecek durumda değildi. Zira, yüzyıllardır Müslümanların müsamaha ve hoşgörüsü altında Kudüs’teki Latin Kilisesi, Batı Hristiyanlar’ı ile canlı bir şekilde ilişkilerini sürdürmüştü. Fakat Hristiyanlar tarafından kutsal sayılan toprakların Müslümanların elinde olmasının Batılıları gayrete getirdiği muhakkak. Lakin bundan daha önemlisi, yöneticilerin politik hesaplarıdır. Krallar, kontlar, şövalyeler iktidarları adına kuvvet Perişanlıktan kıvranan halk ise, kelepir elde etmek için yollara dökülmüştü. Zira, Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’da “Bin Bir Gece Masalları” çeşnisinde anlatılıyor, hususan gidip görenler Doğu hakkında, Cennet tasvirleri yapıyorlardı. Fakir halk için Haçlı seferlerinden gaye, hac veya kutsal savaş değil, mala mülke kavuşmak, yokluktan kurtulmaktı. Daha başka sebepleri olanlar da vardı. Fuller bu durumu şöyle izah eder: “Bu insanların büyük bir harekete kendilerini salıverecek derecede maceraperest olan dindar kimseler olduğu düşünülmemeli. Pek ala, dini niyetle gidenler vardı. Ancak bunların yanında, şuurlu hareketten ziyade, kalabalığa uymuş ayak takımı insanlar çoğunluktaydı. Borçlular borçtan kurtulmak ve kreditörlerini dolandırmak için; uşaklar vazifeden ve efendilerinin kaprislerinden içtinap için bu seyahate katıldılar. Hırsızlar ve katiller haça sığınarak darağacından kurtuldular. Zina edenler bu seferle günah çıkarttılar vs.”

Yani, kilise ricalinden başka bu işi dini niyetle yapan hemen hemen yoktu. Her tabaka ayrı bir dünyevi maksat güdüyordu.
Bu arada. Malazgirt yenilgisinin yaralarını sarmakla meşgul bulunan Bizans’ın yeni imparatoru 7. Mihael’in, 1073 yılında Batı’daki kıvılcımlara körük çektiğini belirtmekte de fayda vardır. Bu istek 1095 yılında İmparator Alexius Commenus tarafından tekrar edildi. Bizansın asıl derdi Kudüs’ü değil, Anadolu’da kaybettiği yerleri geri almaktı.
Böylece, ihtirasların kesiştiği noktada yüzbinlerce kişi yollara döküldü. Birinci Haçlı Seferi, halkın ve devlet ehlinin olmak üzere iki kısma ayrılır. Birinci kısım heyecana gelerek kılıç kuşanmış başıbozuk halk takımıydı. Yukarıda da belirtildiği gibi, aralarında her tür insan vardı. Almanya’dan çıkan böyle bir grup, Haçlı muharebelerinin her günahı affettireceğine inandırıldıkları için, yol boyunca en büyük hayâsızlıkları, günahları ve cinayetleri işlediler.
Başlarına da kendileri gibi serserileri geçirerek “Müslümanlarla savaşmadan evvel, Yahudileri yok etmek lazımdır” deyip, yolda karşılaştıkları Yahudileri toptan öldürdüler. Hususan Pierre Lermite’nin hitabetiyle heyecana gelen kalabalıklardan müteşekkil olan bu beş kısımlık ordunun üç kısmi yolda Macarlar tarafından darmadağın edildi. Diğer ikisi de Bulgarlarca hırpalanmasına rağmen, İstanbul’a ulaşmayı başardılar. İmparator Alexius, bu yağmacı ve serseri takımını hemen Anadolu’ya geçirdi. Asıl düzenli ve sistemli Haçlı ordusu 1096 Mart’ından başlayarak yola çıktı. Çoğunlukla şövalyelerden oluşan gruplar, aynı yılın sonlarına doğru, kara ve deniz yoluyla gelip İstanbul’da toplanmaya başladılar. Bunların sayılan 300 ila 600 bin arasında tahmin edilir.
Bizans İmparatoru Alexius yaptıklarından pişman idi, ancak başına belayı almış, yüzbinlerce şövalyenin İstanbul’da toplanmasına sebep olmuştu. Bundan sonraki politikası Haçlılara yardım değil; şerlerinden ülkesini korumak şeklinde oldu. Bizans halkı bu Katolik Avrupalıları hiç sevmediği gibi, Haçlılar da Bizanslılar’ı düşmanları arasında saydılar.O sırada Selçuklu Sultanı Berkiyaruk, Horasan’da çıkan isyanlar ile meşguldü. Suriye Beyi, Alparslan’ın Oğlu Tanış’ın vefatında sonra oğulları birbiriyle harbedip, sonunda biri Şam’da, biri Halep’te kalmıştı. Bağisyan da Antakya kumandanı idi. Hâsılı, Kılıçarslan Haçlılar’a karşı yalnız kalmıştı.
Haçlılar’ın İznik’i almasından sonra Kılıçarslan, Anadolu’ya dönerek toparlanmaya çalıştı. Haçlılar da eski ticaret yollarını izleyerek Anadolu içlerine doğru yürüyüşe geçtiler. 1 Temmuz 1097 tarihinde Kılıçarslan, Eskişehir (Doryaeum) yakınlarında Haçlı ordusuna ani bir baskın düzenledi. Haçlılar bir an şaşırdılar, lakin zırhlı şövalyelerden oluşan düşmanı yenmeye imkân yoktu. Daha fazla kayıp vermemek için geri çekildi ve yıpratma savaşlarına başladı. Kılıçaslan’ın bundan sonra bir daha esaslı bir şekilde Haçlıların karşısına çıkamayışı, henüz yeni kurulmuş olan ülkesindeki kaosa bağlanır. Zira Haçlı yürüyüşüyle birlikte ülkenin hemen hemen her yanında isyanlar ve hususan komşu devletlerin tehditleri vardı.Selçuklu Beyleri’nin Konya Ereğlisi (Heraclea) yakınlarında karşı durma teşebbüsü de bir netice vermedi ve Haçlılar bugünkü Çukurova’ya indiler. Bu yürüyüş sırasında, Haçlılar’ın arasında bulunan yaşlı ve hastalar ilgisizlikten ölüyor, ilgilenen olmadığı için yollara terkediliyorlardı...Burada, Ermeni ve Suriyelilerin (Müslüman olmayanlar), Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Türk İslam ordularını arkadan vurduklarını da belirtmek lazımdır! Çok yerde İslam orduları, Haçlılar ve yerli ihanet unsurları arasında iki ateş arasında kalmışlardır. Ancak, Hristiyan liderler bu halklara karşı vefa ve teşekkür hissetmeye bile lüzum görmediler. Hatta, akıl almaz ihanetlerde bulundular. Mesela, Haçlı liderlerden Baldwin, Urfa (Edessa)’yı elinde bulunduran Ermeni Beyi Toros’un hoşamedisiyle, ana orduyu bırakıp bu şehre gitti. Bir süre sonra da Toros’u öldürerek yerine kendisi geçti ve bir kontluk kurdu.Bundan sonra, sayısı 200 bin civarındaki Haçlı ordusu Antakya’ya yöneldi. Antakya’daki asker ve bir kısım halk dışında nüfusun tamamına yakını Hristiyan unsurlardan oluşuyordu. Oldukça müstahkem bir kalesi ve savunma imkânları vardı. Nitekim güçlü Haçlı ordusu Antakya önlerinde uzun zaman durakladı. Lakin bir Ermeni dönmenin ihanetiyle kale kapıları Haçlılara açıldı ve şehir düştü. Haçlılar şehirde bulunan Müslümanları kılıçtan geçirirken meramını anlatamayan çok sayıda Hristiyan da onlarla birlikte öldürüldü.
Bu arada Antakya’nın yardımına koşmak için Selçuklu beyleri arasında geçici bir anlaşma sağlayarak güçlü bir ordu toplayan Musul Beyi Kürboğa, ancak şehir düştükten sonra yetişebildi. Karşısında büyük bir ordu buldu. Esasında kendi ordusu da kuvvetliydi. Ancak, beylerin ve kumandanların arasında ihtilaflar ve hatta düşmanlıklar vardı. Kendisi de gururu yüzünden etrafındaki birçok kimseyi küstürmüştü. Nitekim, beyler savaşa girmeyerek bir bir savuşup gittiler. Dolayısıyla Kürboğa’nın kuşatması başarılı olamadı. Neticede Hristiyanlar’ın huruç hareketiyle de yenildi ve bölgeyi terketti.
Antakya’da durumlarını güçlendiren Haçlılar, bundan sonra çevreye tecavüz etmeye başladılar. Suriye’nin batısındaki birçok şehir Haçlılar’ın eline geçti ve buralarda emsali görülmemiş katliamlar irtikab edildi. Mesela, Frank lider Raymond, Maarratün Numan şehrini işgal ederek 100 binden fazla Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra, şehri ateşe verdi. Fakat Haçlı ordusu aynı civarda büyük bir salgına ve açlık illetine tutuldu. O günlerin şahidi bir Haçlı, durumu şöyle anlatır:“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp; ateşte kızartı yor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı”Yine el-Bara şehrinde büyük küçük, kadın ve erkek bütün şehir ahalisi kılıçtan geçirildi. Hayfa’da şehri savunan Müslüman askerler ve şehir ahalisi, ortaya dikili bir Haç etrafında kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek toplatıldı ve akabinde merhametsizce kılıçtan geçirildi. Trablus’taki katliamı ise, sefere katılan ve bir şövalye olan Gestafrankorum’un yazarı şöyle anlatıyor: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar kan ile kirlenmişti.”
Suriye coğrafyasını kana bulayan Haçlılar, daha sonra toplanarak Kudüs’e yürüdüler ve 5 Haziran 1099’dan itibaren Kudüs’ü fiilen kuşattılar. Şehirde çok iyi bir savunma hazırlığı yoktu. Çünkü, Mısır’dan gelecek takviyeye güveniyorlardı...Kuşatma bir aydan fazla sürdü. Bu süre zarfında Haçlılar bildikleri bütün teknikleri kullanarak, her yönden şehre saldırdılar. Başta Pierre Lermit olmak üzere, papazlar ve rahipler ordunun arasında geziyor, kışkırtıcı konuşmalar yapıyorlardı. Haçlı ordusu asıl morali İngiliz ve Cenevizliler’in yardım filolarının Yafa limanına ulaşmasıyla kazandılar. Bu yardımla çok güçlenmişler, kayıplarını telafi etmişlerdi.
Hristiyanların mancınıklarla duvarları tahrip ederek, hemen başlattıkları saldırıya, Müslümanlar hususan, Rum ateşi(grajuva) ile karşılık veriyorlar, bu suretle iki taraftan da büyük kayıplar oluyordu. 15 Temmuz sabahı Haçlı ordusunun başlattığı büyük bir saldırı neticesinde, İslam savunması kırıldı ve merdivenlerle surlara çıkan şövalyeleri kapıların açılmasıyla şehre dolan diğer askerler izledi. Artık savunmaya imkân yoktu ve bu suretle Kudüs düştü.
Müslümanlar, Süleyman Mabedi çevresine, Museviler de kendi sinagoglarına sığındılar. Fakat Haçlılar bu insanları kendilerinin de kutsal saydığı yerlerde öldürmekle kalmayıp herşeyi yağmaladılar. O gün Kudüs’te 70 bin kişinin katledildiği rivayet edilir.“Katliam korkunçtu. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında Haçlılar, sevinçten haykırarak(!), kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini beraberce ibadet için uzattılar”.
Görüldüğü gibi Haçlılar yaptıkları barbarlıkları iftiharla anlatabilmektedirler. Sırf bu bile, yalnız savaşa katılanların değil, bütün bir Avrupalının insaniyetten ne derece uzak olduğunu ispat eder. Bu konuda yine Gesta’nın yazarının ifadesi şöyledir: “Böyle bir katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Ölüler piramitler şeklinde yığınlar haline konarak yakıldı. Sayılarının ne olduğunu ancak Allah bilir”
Kol, bacak ve kelle yığınlarına şehrin hemen her sokağında, her meydanında rastlanabilmekteydi. Müslüman ve Musevi hiç kimse bu katliamdan sağ kurtulamadı.Zamanında İslam’a omuz veren Selçuklu Türkünü düşman bilip, en kötü zamanında bile yardıma yanaşmayan Mısır Şii Fatimi Devleti’nin aklı sonradan başına geldi. Güya Kudüs’ü geri almak için gönderdikleri bir ordu Askalan mevkiinde kendisinden sayıca az olan Haçlı ordusundan bir gruba fena halde yenildi ve bir daha bu işe teşebbüs edemediler.
Kudüs, ta Selahaddin Eyyubi ufuklarda belirinceye kadar bir matem devrine girmişti. Bir insan ömrü kadar olan esaretinin bu mukaddes şehir için yüzyıllar gibi olduğuna şüphe yoktur. Yürekleri sızlatan bu esareti ahir zamandakine denkti ve bugün olduğu gibi o gün de bütün İslam dünyasını derin bir acıya garketmişti. Hasının Hristiyan veya yahudi olması birşeyi değiştirmiyor. Çünkü, zulme uğrayan hep Müslüman. Böyle olduğu halde hala Batı’nın simsarlığını yapanlara veyl olsun diyoruz ve Işık Adamı şu sözleriyle “sadakte” diyerek yad ediyoruz: “Ey bu vatan gençleri, Frenkleri taklide çalışmayınız!... Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve batıl efkarına ittiba edip, emniyet ediyorsunuz.”
KAYNAKLAR
1-Ernest Barker, The Crusades, Oxford Un. Press, London, 1949
2- James A. Brundage, Medieval Canon Law and the Crusader, Wisconsin Un. Pres. London, 1969.
3-Thomas Fuller, The Historie of the Holly Wame,
4- Ahmet Cevdet Paşa. Kıssas’ı Enbiya, C. 5,
5- Gesta Frankorum, The Deeds of the Franks, edited by Rosalind Hill London Universty.
6- K. Enbiya, s. 182 Kültür ve Turizm Bak. Yay. 1985
7- Pr. Dr. Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Pr. Dr. Salih TUĞ, Boğaziçi Yayınları, Cilt 2,
8- Raimundus de Agiles, Historiak Frankorum qui ceperunt Jarusalem .
9- Lem’alar, 17. Lem’a, 4. Nota

Osmanlıda Devşirme Sistemi

DEVŞİRME MÜESSESESİ NEDİR
Abbasiler, Gazneliler ve Samanoğulları gibi Türk-İslâm devletlerinde görülen "savaş esirlerinden asker yetiştirme ve ordu kurma" işini, Osmanlı Devleti'nde de görmekteyiz. Bu usul, Osmanlı Devleti'nde "Pencik" adını almıştır. Ancak Osmanlı'daki sistem diğer devletlerdekinden farklılıklar arzetmektedir. Zira Osmanlı pencik sisteminde esirler, Türk ailelerin yanında uzun zaman eğitime tâbi tutuluyordu.2 Bu sistem bir süre yaşadıktan sonra yerini, daha teşkilatlı ve köklü bir ordu kurma imkanı veren "devşirme sistemi"ne bırakmıştır.
Devşirme: Saray hizmetleriyle Yeniçeri Ocağı'nda istihdam edilmek üzere toplanan Hristiyan çocuklar hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu hizmetler, daha evvel savaş esirlerine gördürülüyordu. Esirler, I. Murad zamanında kurulan "Yeniçeri Ocağı" denilen ocakta yetiştirildikleri gibi, sayıları fazla olduğu zamanlarda Türkçeyi ve Türk-İslam geleneklerini öğrenmek üzere Anadolu'daki ailelerin yanına da verilir, sonra alınarak muhtelif İşlerde istihdam edilirdi.
Osmanlı sınırlarının Balkanlar'a ulaşmasıyla birlikte, devletin artan asker ihtiyacını karşılamak için yeni imkânlar aranmıştır. Böylece, "zımmîler"in yani "Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i müslimlerin" küçük yaşta olanlarının beşte biri alınmaya ve Acemi Ocağı'na kaydedilmeye başlanmasıyla, "Acemi Oğlanı" toplamak suretiyle "Devşirme" sistemi oluşmuştur.
Devşirme Sistemi, Yeniçeri Ocağı'nın 1. Murad zamanında kurulmasından başlayarak I. Çelebi Mehmed zamanında gelmiş, II. Murad zamanından itibaren de bir sistem olarak yürütülmüştür. Bu sistem, 17. asra kadar fonksiyonunu eda etmiştir.

DEVŞİRME'NİN YAPILDIĞI YERLER
Devşirme; Arnavut. Bulgar, Ermeni, Macar, Yunan, Sırp ve Bosnalılardan alınmıştır. Fakat Bosna-Hersekliler Müslüman olduktan sonra da kendilerinden devşirme alınması için defalarca padişaha başvurmuşlar ve Müslüman olanlardan alınması yasak olduğu halde, kendilerine özel olarak müsaade edilmiştir. Bu konuda Şamdanîzâde "Müslüman evlâdından devşirme alınmaz idi. Bosnalı Müslüman oldu, onların da evlâdı alınmaz oldu. Anın için evlatlarının devşirilmesini rica ettiler. Padişah dahi Müslüman Bosnalıdan devşirme alınsın deyu icazet verdi". Bosnalıların imtiyazından faydalanmak isteyen yerler çıkmışsa da, devlet bunlara izin vermemiştir. Bazı bölgeler de, yaptıkları iş veya hizmet karşılığında devşirme sisteminden muaf tutulmuşlardır.

DEVŞİRMENİN TATBİKAT ŞEKLİ
Devşirme sistemi, sadece belli bölgelerde ihtiyaca binaen değişmekle birlikte belli zamanlarda ve hassasiyetle tatbik edilmiştir. Devlet bu sisteme büyük ehemmiyet vermiştir. Devşirmeler, padişah tarafından tayin edilen memurlar ve sancak beyi, sadrazam, kadı, beylerbeyi gibi önemli devlet erkanı ile Yeniçeri Ocağı'ndan ilgili kişilerden oluşan heyet tarafından toplanmıştır. Devşirmelerde devletin istifade edebileceği bir takım husûsiyetler aranmıştır. Vazifeli devlet erkânı tarafından genellikle 8, 10 ve 20 yaş arasında bulunan Hristiyan erkekler seçilmiştir. Bu iş gelişigüzel yapılmamış, tam aksine belirli nizamlar dahilînde yürütülmüştür. Bu sistemde "Her kırk evden bir Hristiyan erkek evlâdı alınırdı. Her kazada dellâllar vasıtasıyla köylere kadar yapılan ilanlar mucibince Hristiyan çocuklar, başta papazları olmak üzere aileleriyle birlikte toplanma yerine getirilirdi. Devşirme memurları bu oğlanları alırken, kadılar, sipahiler ve köy kethüdaları da hazır bulunurdu. Suistimal olmamasına dikkat ederlerdi. Devşirme memuru, vaftiz kâğıtlarını tetkik ederek yaşları müsait olanları ayırırdı. Seçilenler içinde evli olan varsa, bunlar devşirilmezdi. Tek çocuğu olanların evlatları alınmadığı gibi, anası-babası ölen çocuklar ile halk arasında herhangi bir imtiyaz anlayışı doğurabilir düşüncesiyle köy kethüdalarının da çocukları alınmazdı".
Devşirilen bu çocuklar, büyük güvenlik tedbirleri içinde İstanbul'a getirilirdi. Çünkü bazı aileler, kendi çocuklarının da devlet merkezine giderek iyi bir eğitim görmesi ve devlet kademelerinde yer almasını sağlamak gayesiyle, devşirme kervanına sokmak için evrakları veya çocukları değiştirmek gibi yolsuzluklara başvurabiliyorlardı. Bu sebeple, devşirmelere büyük hassasiyet gösterilmiştir. Burada şu nokta ortaya çıkıyor: Şayet bu çocuklar zorla alınıyor ve sistemli bir asimilasyon politikasına tabi tutuluyor olsaydı, bu kadar itina ile seçilmezler ve özel güvenlik tedbirleriyle korumaya alınmazlardı. Nitekim çeşitli tedbirlerin alınması, bazı ailelerin bir takım uygunsuz işlere başvurduklarını da göstermektedir.

ASİMİLASYON-ERİTME POLİTİKASI VAR MIYDI?
Devşirme sistemini incelediğimizde böyle bir politikanın mevcudiyetini göremeyiz. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi, büyük itina ile köyler dahil, her yerde yapılan İlanlarla, çocukların soy kütüğüne, vaftiz kağıtlarına varıncaya kadar herşeyin kaydedilmesi böyle bir düşünceyi ortadan kaldırmaktadır. Şayet böyle bir maksat olmasaydı, hâdise gizli olarak yapılırdı ve en ince teferruatına varıncaya kadar bütün bilgiler yazılmazdı. Bosna-Hersek bölgesinde olduğu gibi aileler, yasak olduğu halde bizzat kendileri padişaha başvurup kendilerinden devşirme alınmasını istemezlerdi. Kaldı ki devşirmeler İstanbul'a getirildikten sonra mükemmel bir eğitim-öğretime tâbi tutularak yetiştiriliyor ve devlet mekanizmasında istihdam ediliyordu. Böylesine büyük bir imkândan şikayet etmek ve memnun olmamak söz konusu olamaz. Ayrıca devşirmelerin ailelerinin vergiden muaf tutulma gibi bir ayrıcalıkları da bulunuyordu. Bununla ilgili bir misalde, "Hasan adında bir yeniçeri, devşirilmeden önce ailesinden alınan verginin, devşirildikten sonra da alındığını belirterek, padişahtan bu yanlışlığın düzeltilmesini istemiştir." Burada da görüyoruz ki, devşirme yeniçeri, ailesini unutmayarak bağını devam ettirmiştir.
Devşirmeler hiçbir zaman "köle" gibi kabul edilmemiştir. Devşirmelere yeniçeri olduktan sonra verilen "Kapıkulu" adı, padişahın büyük sıfatından kaynaklanmaktadır. Devşirmelerin köle olarak görülmesi, zaten İslam hukukuna göre de aykırıdır. Çünkü İslam hukukunda bir kişinin "köle" olabilmesi için "ehl-i zimmet" olmaması, yani "Osmanlı hakimiyetinde yaşamamaları" gerekmektedir. Oysa devşirme işinin yapıldığı yerler, Osmanlı topraklarıdır.
Bu konuda en güzel misallerden biri Sokullu Mehmed Paşa'dır. Sırp Patrikhanesi 1459'da Fatih Sultan Mehmed tarafından kapatılmış, Patrikhane'nin kiliseleri ve cemaati Ohri'deki Bulgar Kilisesi'ne bağlanmıştı. Yaklaşık yüzyıl sonra 1557'de Sokullu Mehmed Paşa, Sırp Patrikhanesi'ni yeniden kurdurmuş ve başına da kardeşi Marakios'u tayin etmiştir. Görüldüğü gibi, iki kardeşten biri devşirilerek devletin en yüksek kademesine kadar gelip Osmanlı'ya çok büyük hizmetlerde bulunmuş; diğeri de eski dininde hayatını sürdürmüş ve aralarındaki ilişki devam etmiştir. Köprülü Mehmed Paşa, Kırım fatihi Gedik Ahmed Paşa, Yemen fatihi Sinan Paşa, Şehid Ali Paşa, devşirme olarak alınıp, "Saray okulu" olan "Enderun"da yetiştirilerek devlet mekanizmasında istihdam edilen büyük devlet adamlarındandır.
Sistemli bir "yozlaştırma" veya "asimilasyon" politikası izlenmiş olsaydı, devşirmelerin kendi milletlerini ve asıllarını kesinlikle hatırlamamaları gerekirdi. Oysa bu durum tam tersidir. Bununla birlikte asıllarını ve ailelerini unutmayan bu kişilerin geç bile olsa eski din ve hayatlarına dönmeleri de mümkündür. Müslüman olan devşirmelerin, Osmanlı sınırları dışına çıktıkları takdirde; savaş sırasında, özellikle mağlubiyetle biten savaşlarda, düşman tarafına geçmeleri, hattâ bu işi bütün yeniçerilerin topyekün yapmaları mümkün ve kolaydır. Oysa böyle bir hadiseye uzun Osmanlı tarihî içinde rastlanmamaktadır. Sınırlarda her an komşu devletlerle ilişkide bulunan kalelerde genellikle yeniçeriler bulunmakta idi. Oysa buralarda da durum aynıdır. Burada bir neticeye daha varmamız mümkündür: Şayet Osmanlılar devşirme sistemini bir "baskı" veya "yozlaştırma" unsuru olarak kullanmış olsalardı, yukarıda belirttiğimiz hadiselerin vuku bulması gerekirdi. Bununla birlikte Osmanlılar, Türk-İslâm gelenek ve güzelliklerini, yine İslâm'ın sevgi ve hoşgörü denizi içinde, devşirme usulü ile alınan gayr-i müslimlere öğreterek, onlara yepyeni bir dünya kazandırmışlardır.


YETİŞTİRİLMELERİ VE YAPTIKLARI BAZI İŞLER
Büyük itina ile seçilen devşirmelerin bir kısmı Anadolu'ya çeşitli ailelerin yanına gönderilmiştir. Saraya alınanların bir kısmı ise sarayın kendi iç bünyesinde ihtiyaç hissettiği işlerde çalıştırılmak üzere itinalı bir eğitim-öğretime tabi tutulmuş ve daha sonra muhtelif işlerde istihdam edilmişlerdir. Bu işler saray bahçelerinden, padişahın çeşitli işlerinin görülmesine, fırıncılık, demircilik, gemicilik, marangozluk, bahçıvanlık gibi işlere varıncaya kadar çok geniş bir yelpazeyi teşkil etmektedir.
Devşirmelerin yetiştirilmesini "Saray Okulu" denen "Enderun" yapmıştır. Enderun'a alınanlar daha ziyade, devlet mekanizmasına girebilecek zeki ve kabiliyetli devşirmelerdir. Bununla birlikte sarayda bulunan "Küçük Oda, Büyük Oda" gibi yerler, devşirmelerin ilk etapta eğitim gördükleri yerlerdir. Bu yerlerdir ve Enderun'da devşirmelere, görgü kurallarından dinî ve müspet ilimlere varıncaya kadar kendilerine lâzım olan her konuda eğitim ve Öğretim verilmiştir. Buralardan yetişen devşirmeler, kaptan-ı derya, vezir, sancak beyi, vezir-i âzam gibi büyük devlet adamları olarak yetişmişlerdir. Bu durum ise, gayr-i müslimler için oldukça büyük bir imkân doğurmuş ve bu şekilde gayr-i müslimler, devlet yönetimine etkili olarak katılabilmişlerdir. Devlet ise, çok önemli ve zengin bir millî potansiyeli teşkil eden bu İnsanlardan istifade etmiştir. Bununla birlikte "müslim-gayr-i müslim halk" ile ''devlet-gayr-i müslim yakınlaşması, kaynaşması ve birlikteliği" sağlanarak; "devlet ve millet olarak içtimaî bütünlük" elde edilmiştir. Bu nokta bize; "çok millet"li bir mozayiğe sahip olan Osmanlı Devleti'nin, bu yapısıyla uzun süre yaşayabilmesinin önemli bir sırrını da vermektedir. Bu sistem vasıtasıyla Osmanlı Devleti, ezmeyerek ve unutmayarak onların dünya siyaset ve medeniyet tarihinde önemli bir rol oynamalarına mühim ve geniş bir kapı açmış ve onlara "farklı bir dünya" kazandırmıştır.

SON BİRKAÇ SÖZ
Osmanlı Devleti, devşirme sistemini kendine has yorumuyla tatbik etti. Hem kendisi, hem . de gayr-i müslim-müslim halk çok şeyler kazandı. Aslında devşirme sistemi Osmanlı tarihinin itinalı bir yerinde durmakla birlikte, bugünkü bazı metodlara da ilham kaynağı olmuştur. Günümüzde, bilhassa Avrupa ve Amerika'nın diğer ülkelerdeki zeki talebeleri elde etmeyi hedefleyen "burslar" gibi çeşitli imkânlar sunmalarına devşirme sisteminin değişik bir versiyonu olarak bakabiliriz. Yalnız, arada çok önemli bir fark var. Osmanlı'daki sistemin temelinde "ülkeye ve dünyaya adam yetiştirme" veya "insanlığa insan kazandırma" fikrinin yerini, bugün bütün sahalara yayılan ekonomik çıkar almıştır.
Abdullah Çengaoğlu-Sızıntı Dergisi