Hüseyin ERGİN
Bu yazıda insanlık tarihinin en kara lekelerinden biri olan, Birinci Haçlı Seferi(l099) neticesinde Kudüs’ün Haçlılar’ın eline geçmesi ve bu şehirde yapılan katliamları ele alıp, kendi kaynaklarından itiraflarını göreceğiz:
Miladi 11. asrın sonlarına doğru Eski Dünya kıt’alarında umumi manzara şu idi: On Asya’da. Halifeliği elinde bulunduran Abbasi hanedanının güçten düşmesiyle birlik bozulmuş, Çin sınırından Atlas Okyanusuna kadar uzanan İslam topraklarında irili ufaklı birçok devlet oluşmuştu. Bunların sürekli birbiriyle mücadele halinde oluşu, İslam’ın siyasi ve askeri gücünü iyice azaltmıştı. Abbasi hilafeti en son Selçuklular’ın imdadıyla yok olmaktan kurtulmuş; ancak bu büyük Türk devleti de 1092 yılında Büyük Sultan Melikşah’ın vefatıyla bölünmeye uğramıştı...
Avrupa’da ise, feodal rejim sürmekle birlikte, başlıca üç büyük krallık siyasete hâkimdi: İngiltere, Fransa ve Almanya. Papalık müessesesi ise, tarihin en kuvvetli ve otoriter günlerini yaşıyordu.
Bir taraf’ta Endülüs’teki hala kuvvetli İslam varlığı, bir tarafta da Selçuklu Türkleri’nin İslam savaşçıları sıfatıyla Marmara denizi kıyılarına, dolayısıyla Avrupa’ya dayanmaları Avrupalıları kendi içlerindeki mücadelelere muvakkaten bir nihayet vermeye ve İslam tehdidiyle ciddi şekilde ilgilenmeye sevketti. Kısaca, Haçlı seferleri yapıldığı sırada, birlik içinde bir Avrupa’ya karşılık darmadağın bir Şark-İslam dünyası vardı. İlk Haçlılar’ın başarısını İslam’daki bölünmüşlüğe veren tarihçi Barker şöyle demektedir: “Suriye emirleri arasındaki tefrika ve Abbasi ve Fatimi halifeleri arasındaki bölünmüşlük sayesinde kutsal şehir fethedildi ve Kudüs Krallığı kuruldu.”
Haçlı seferleriyle ilgili hemen bütün tarihçiler aynı sebepleri ileri sürerler. Şüphesiz en büyük sebep kilisenin kışkırtmacılığıdır. 11. yüzyıl kilisesi bu seferlerde, kanuni mesned olarak iki yerleşmiş geleneği kullandı: Hac ve Kutsal Savaş.
Haçlı seferleri her ne kadar Papalık merkezli olsa da, bu hareketi saf bir dini hareket olarak yorumlamak hatalıdır. Hadiseler geliştikçe, hac motifi esas mahiyetini yitirdi ve Haçlı hareketi belli bir alandaki belli bir grup üzerine yapılan hususi bir tarzda bir kutsal savaş olmaktan saptırılarak, yakın ve uzak düşmanlarıyla olan mücadelelerinde Papalığın dini ve politik gayelerine hizmet eden bir alet durumuna düşürüldü.
Haçlı seferlerinin mimarları olarak bilinen papazlar, halkı ve yöneticileri kışkırtmak için her türlü yalanı söylüyorlardı. Ancak Kudüs o an hiç de Hristiyanların inkisar ve öfkesini celbedecek durumda değildi. Zira, yüzyıllardır Müslümanların müsamaha ve hoşgörüsü altında Kudüs’teki Latin Kilisesi, Batı Hristiyanlar’ı ile canlı bir şekilde ilişkilerini sürdürmüştü. Fakat Hristiyanlar tarafından kutsal sayılan toprakların Müslümanların elinde olmasının Batılıları gayrete getirdiği muhakkak. Lakin bundan daha önemlisi, yöneticilerin politik hesaplarıdır. Krallar, kontlar, şövalyeler iktidarları adına kuvvet Perişanlıktan kıvranan halk ise, kelepir elde etmek için yollara dökülmüştü. Zira, Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’da “Bin Bir Gece Masalları” çeşnisinde anlatılıyor, hususan gidip görenler Doğu hakkında, Cennet tasvirleri yapıyorlardı. Fakir halk için Haçlı seferlerinden gaye, hac veya kutsal savaş değil, mala mülke kavuşmak, yokluktan kurtulmaktı. Daha başka sebepleri olanlar da vardı. Fuller bu durumu şöyle izah eder: “Bu insanların büyük bir harekete kendilerini salıverecek derecede maceraperest olan dindar kimseler olduğu düşünülmemeli. Pek ala, dini niyetle gidenler vardı. Ancak bunların yanında, şuurlu hareketten ziyade, kalabalığa uymuş ayak takımı insanlar çoğunluktaydı. Borçlular borçtan kurtulmak ve kreditörlerini dolandırmak için; uşaklar vazifeden ve efendilerinin kaprislerinden içtinap için bu seyahate katıldılar. Hırsızlar ve katiller haça sığınarak darağacından kurtuldular. Zina edenler bu seferle günah çıkarttılar vs.”
Yani, kilise ricalinden başka bu işi dini niyetle yapan hemen hemen yoktu. Her tabaka ayrı bir dünyevi maksat güdüyordu.
Bu arada. Malazgirt yenilgisinin yaralarını sarmakla meşgul bulunan Bizans’ın yeni imparatoru 7. Mihael’in, 1073 yılında Batı’daki kıvılcımlara körük çektiğini belirtmekte de fayda vardır. Bu istek 1095 yılında İmparator Alexius Commenus tarafından tekrar edildi. Bizansın asıl derdi Kudüs’ü değil, Anadolu’da kaybettiği yerleri geri almaktı.
Böylece, ihtirasların kesiştiği noktada yüzbinlerce kişi yollara döküldü. Birinci Haçlı Seferi, halkın ve devlet ehlinin olmak üzere iki kısma ayrılır. Birinci kısım heyecana gelerek kılıç kuşanmış başıbozuk halk takımıydı. Yukarıda da belirtildiği gibi, aralarında her tür insan vardı. Almanya’dan çıkan böyle bir grup, Haçlı muharebelerinin her günahı affettireceğine inandırıldıkları için, yol boyunca en büyük hayâsızlıkları, günahları ve cinayetleri işlediler.
Başlarına da kendileri gibi serserileri geçirerek “Müslümanlarla savaşmadan evvel, Yahudileri yok etmek lazımdır” deyip, yolda karşılaştıkları Yahudileri toptan öldürdüler. Hususan Pierre Lermite’nin hitabetiyle heyecana gelen kalabalıklardan müteşekkil olan bu beş kısımlık ordunun üç kısmi yolda Macarlar tarafından darmadağın edildi. Diğer ikisi de Bulgarlarca hırpalanmasına rağmen, İstanbul’a ulaşmayı başardılar. İmparator Alexius, bu yağmacı ve serseri takımını hemen Anadolu’ya geçirdi. Asıl düzenli ve sistemli Haçlı ordusu 1096 Mart’ından başlayarak yola çıktı. Çoğunlukla şövalyelerden oluşan gruplar, aynı yılın sonlarına doğru, kara ve deniz yoluyla gelip İstanbul’da toplanmaya başladılar. Bunların sayılan 300 ila 600 bin arasında tahmin edilir.
Bizans İmparatoru Alexius yaptıklarından pişman idi, ancak başına belayı almış, yüzbinlerce şövalyenin İstanbul’da toplanmasına sebep olmuştu. Bundan sonraki politikası Haçlılara yardım değil; şerlerinden ülkesini korumak şeklinde oldu. Bizans halkı bu Katolik Avrupalıları hiç sevmediği gibi, Haçlılar da Bizanslılar’ı düşmanları arasında saydılar.O sırada Selçuklu Sultanı Berkiyaruk, Horasan’da çıkan isyanlar ile meşguldü. Suriye Beyi, Alparslan’ın Oğlu Tanış’ın vefatında sonra oğulları birbiriyle harbedip, sonunda biri Şam’da, biri Halep’te kalmıştı. Bağisyan da Antakya kumandanı idi. Hâsılı, Kılıçarslan Haçlılar’a karşı yalnız kalmıştı.
Haçlılar’ın İznik’i almasından sonra Kılıçarslan, Anadolu’ya dönerek toparlanmaya çalıştı. Haçlılar da eski ticaret yollarını izleyerek Anadolu içlerine doğru yürüyüşe geçtiler. 1 Temmuz 1097 tarihinde Kılıçarslan, Eskişehir (Doryaeum) yakınlarında Haçlı ordusuna ani bir baskın düzenledi. Haçlılar bir an şaşırdılar, lakin zırhlı şövalyelerden oluşan düşmanı yenmeye imkân yoktu. Daha fazla kayıp vermemek için geri çekildi ve yıpratma savaşlarına başladı. Kılıçaslan’ın bundan sonra bir daha esaslı bir şekilde Haçlıların karşısına çıkamayışı, henüz yeni kurulmuş olan ülkesindeki kaosa bağlanır. Zira Haçlı yürüyüşüyle birlikte ülkenin hemen hemen her yanında isyanlar ve hususan komşu devletlerin tehditleri vardı.Selçuklu Beyleri’nin Konya Ereğlisi (Heraclea) yakınlarında karşı durma teşebbüsü de bir netice vermedi ve Haçlılar bugünkü Çukurova’ya indiler. Bu yürüyüş sırasında, Haçlılar’ın arasında bulunan yaşlı ve hastalar ilgisizlikten ölüyor, ilgilenen olmadığı için yollara terkediliyorlardı...Burada, Ermeni ve Suriyelilerin (Müslüman olmayanlar), Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Türk İslam ordularını arkadan vurduklarını da belirtmek lazımdır! Çok yerde İslam orduları, Haçlılar ve yerli ihanet unsurları arasında iki ateş arasında kalmışlardır. Ancak, Hristiyan liderler bu halklara karşı vefa ve teşekkür hissetmeye bile lüzum görmediler. Hatta, akıl almaz ihanetlerde bulundular. Mesela, Haçlı liderlerden Baldwin, Urfa (Edessa)’yı elinde bulunduran Ermeni Beyi Toros’un hoşamedisiyle, ana orduyu bırakıp bu şehre gitti. Bir süre sonra da Toros’u öldürerek yerine kendisi geçti ve bir kontluk kurdu.Bundan sonra, sayısı 200 bin civarındaki Haçlı ordusu Antakya’ya yöneldi. Antakya’daki asker ve bir kısım halk dışında nüfusun tamamına yakını Hristiyan unsurlardan oluşuyordu. Oldukça müstahkem bir kalesi ve savunma imkânları vardı. Nitekim güçlü Haçlı ordusu Antakya önlerinde uzun zaman durakladı. Lakin bir Ermeni dönmenin ihanetiyle kale kapıları Haçlılara açıldı ve şehir düştü. Haçlılar şehirde bulunan Müslümanları kılıçtan geçirirken meramını anlatamayan çok sayıda Hristiyan da onlarla birlikte öldürüldü.
Bu arada Antakya’nın yardımına koşmak için Selçuklu beyleri arasında geçici bir anlaşma sağlayarak güçlü bir ordu toplayan Musul Beyi Kürboğa, ancak şehir düştükten sonra yetişebildi. Karşısında büyük bir ordu buldu. Esasında kendi ordusu da kuvvetliydi. Ancak, beylerin ve kumandanların arasında ihtilaflar ve hatta düşmanlıklar vardı. Kendisi de gururu yüzünden etrafındaki birçok kimseyi küstürmüştü. Nitekim, beyler savaşa girmeyerek bir bir savuşup gittiler. Dolayısıyla Kürboğa’nın kuşatması başarılı olamadı. Neticede Hristiyanlar’ın huruç hareketiyle de yenildi ve bölgeyi terketti.
Antakya’da durumlarını güçlendiren Haçlılar, bundan sonra çevreye tecavüz etmeye başladılar. Suriye’nin batısındaki birçok şehir Haçlılar’ın eline geçti ve buralarda emsali görülmemiş katliamlar irtikab edildi. Mesela, Frank lider Raymond, Maarratün Numan şehrini işgal ederek 100 binden fazla Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra, şehri ateşe verdi. Fakat Haçlı ordusu aynı civarda büyük bir salgına ve açlık illetine tutuldu. O günlerin şahidi bir Haçlı, durumu şöyle anlatır:“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp; ateşte kızartı yor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı”Yine el-Bara şehrinde büyük küçük, kadın ve erkek bütün şehir ahalisi kılıçtan geçirildi. Hayfa’da şehri savunan Müslüman askerler ve şehir ahalisi, ortaya dikili bir Haç etrafında kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek toplatıldı ve akabinde merhametsizce kılıçtan geçirildi. Trablus’taki katliamı ise, sefere katılan ve bir şövalye olan Gestafrankorum’un yazarı şöyle anlatıyor: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar kan ile kirlenmişti.”
Suriye coğrafyasını kana bulayan Haçlılar, daha sonra toplanarak Kudüs’e yürüdüler ve 5 Haziran 1099’dan itibaren Kudüs’ü fiilen kuşattılar. Şehirde çok iyi bir savunma hazırlığı yoktu. Çünkü, Mısır’dan gelecek takviyeye güveniyorlardı...Kuşatma bir aydan fazla sürdü. Bu süre zarfında Haçlılar bildikleri bütün teknikleri kullanarak, her yönden şehre saldırdılar. Başta Pierre Lermit olmak üzere, papazlar ve rahipler ordunun arasında geziyor, kışkırtıcı konuşmalar yapıyorlardı. Haçlı ordusu asıl morali İngiliz ve Cenevizliler’in yardım filolarının Yafa limanına ulaşmasıyla kazandılar. Bu yardımla çok güçlenmişler, kayıplarını telafi etmişlerdi.
Hristiyanların mancınıklarla duvarları tahrip ederek, hemen başlattıkları saldırıya, Müslümanlar hususan, Rum ateşi(grajuva) ile karşılık veriyorlar, bu suretle iki taraftan da büyük kayıplar oluyordu. 15 Temmuz sabahı Haçlı ordusunun başlattığı büyük bir saldırı neticesinde, İslam savunması kırıldı ve merdivenlerle surlara çıkan şövalyeleri kapıların açılmasıyla şehre dolan diğer askerler izledi. Artık savunmaya imkân yoktu ve bu suretle Kudüs düştü.
Müslümanlar, Süleyman Mabedi çevresine, Museviler de kendi sinagoglarına sığındılar. Fakat Haçlılar bu insanları kendilerinin de kutsal saydığı yerlerde öldürmekle kalmayıp herşeyi yağmaladılar. O gün Kudüs’te 70 bin kişinin katledildiği rivayet edilir.“Katliam korkunçtu. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında Haçlılar, sevinçten haykırarak(!), kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini beraberce ibadet için uzattılar”.
Görüldüğü gibi Haçlılar yaptıkları barbarlıkları iftiharla anlatabilmektedirler. Sırf bu bile, yalnız savaşa katılanların değil, bütün bir Avrupalının insaniyetten ne derece uzak olduğunu ispat eder. Bu konuda yine Gesta’nın yazarının ifadesi şöyledir: “Böyle bir katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Ölüler piramitler şeklinde yığınlar haline konarak yakıldı. Sayılarının ne olduğunu ancak Allah bilir”
Kol, bacak ve kelle yığınlarına şehrin hemen her sokağında, her meydanında rastlanabilmekteydi. Müslüman ve Musevi hiç kimse bu katliamdan sağ kurtulamadı.Zamanında İslam’a omuz veren Selçuklu Türkünü düşman bilip, en kötü zamanında bile yardıma yanaşmayan Mısır Şii Fatimi Devleti’nin aklı sonradan başına geldi. Güya Kudüs’ü geri almak için gönderdikleri bir ordu Askalan mevkiinde kendisinden sayıca az olan Haçlı ordusundan bir gruba fena halde yenildi ve bir daha bu işe teşebbüs edemediler.
Kudüs, ta Selahaddin Eyyubi ufuklarda belirinceye kadar bir matem devrine girmişti. Bir insan ömrü kadar olan esaretinin bu mukaddes şehir için yüzyıllar gibi olduğuna şüphe yoktur. Yürekleri sızlatan bu esareti ahir zamandakine denkti ve bugün olduğu gibi o gün de bütün İslam dünyasını derin bir acıya garketmişti. Hasının Hristiyan veya yahudi olması birşeyi değiştirmiyor. Çünkü, zulme uğrayan hep Müslüman. Böyle olduğu halde hala Batı’nın simsarlığını yapanlara veyl olsun diyoruz ve Işık Adamı şu sözleriyle “sadakte” diyerek yad ediyoruz: “Ey bu vatan gençleri, Frenkleri taklide çalışmayınız!... Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve batıl efkarına ittiba edip, emniyet ediyorsunuz.”
KAYNAKLAR
Miladi 11. asrın sonlarına doğru Eski Dünya kıt’alarında umumi manzara şu idi: On Asya’da. Halifeliği elinde bulunduran Abbasi hanedanının güçten düşmesiyle birlik bozulmuş, Çin sınırından Atlas Okyanusuna kadar uzanan İslam topraklarında irili ufaklı birçok devlet oluşmuştu. Bunların sürekli birbiriyle mücadele halinde oluşu, İslam’ın siyasi ve askeri gücünü iyice azaltmıştı. Abbasi hilafeti en son Selçuklular’ın imdadıyla yok olmaktan kurtulmuş; ancak bu büyük Türk devleti de 1092 yılında Büyük Sultan Melikşah’ın vefatıyla bölünmeye uğramıştı...
Avrupa’da ise, feodal rejim sürmekle birlikte, başlıca üç büyük krallık siyasete hâkimdi: İngiltere, Fransa ve Almanya. Papalık müessesesi ise, tarihin en kuvvetli ve otoriter günlerini yaşıyordu.
Bir taraf’ta Endülüs’teki hala kuvvetli İslam varlığı, bir tarafta da Selçuklu Türkleri’nin İslam savaşçıları sıfatıyla Marmara denizi kıyılarına, dolayısıyla Avrupa’ya dayanmaları Avrupalıları kendi içlerindeki mücadelelere muvakkaten bir nihayet vermeye ve İslam tehdidiyle ciddi şekilde ilgilenmeye sevketti. Kısaca, Haçlı seferleri yapıldığı sırada, birlik içinde bir Avrupa’ya karşılık darmadağın bir Şark-İslam dünyası vardı. İlk Haçlılar’ın başarısını İslam’daki bölünmüşlüğe veren tarihçi Barker şöyle demektedir: “Suriye emirleri arasındaki tefrika ve Abbasi ve Fatimi halifeleri arasındaki bölünmüşlük sayesinde kutsal şehir fethedildi ve Kudüs Krallığı kuruldu.”
Haçlı seferleriyle ilgili hemen bütün tarihçiler aynı sebepleri ileri sürerler. Şüphesiz en büyük sebep kilisenin kışkırtmacılığıdır. 11. yüzyıl kilisesi bu seferlerde, kanuni mesned olarak iki yerleşmiş geleneği kullandı: Hac ve Kutsal Savaş.
Haçlı seferleri her ne kadar Papalık merkezli olsa da, bu hareketi saf bir dini hareket olarak yorumlamak hatalıdır. Hadiseler geliştikçe, hac motifi esas mahiyetini yitirdi ve Haçlı hareketi belli bir alandaki belli bir grup üzerine yapılan hususi bir tarzda bir kutsal savaş olmaktan saptırılarak, yakın ve uzak düşmanlarıyla olan mücadelelerinde Papalığın dini ve politik gayelerine hizmet eden bir alet durumuna düşürüldü.
Haçlı seferlerinin mimarları olarak bilinen papazlar, halkı ve yöneticileri kışkırtmak için her türlü yalanı söylüyorlardı. Ancak Kudüs o an hiç de Hristiyanların inkisar ve öfkesini celbedecek durumda değildi. Zira, yüzyıllardır Müslümanların müsamaha ve hoşgörüsü altında Kudüs’teki Latin Kilisesi, Batı Hristiyanlar’ı ile canlı bir şekilde ilişkilerini sürdürmüştü. Fakat Hristiyanlar tarafından kutsal sayılan toprakların Müslümanların elinde olmasının Batılıları gayrete getirdiği muhakkak. Lakin bundan daha önemlisi, yöneticilerin politik hesaplarıdır. Krallar, kontlar, şövalyeler iktidarları adına kuvvet Perişanlıktan kıvranan halk ise, kelepir elde etmek için yollara dökülmüştü. Zira, Doğu’nun zenginlikleri Avrupa’da “Bin Bir Gece Masalları” çeşnisinde anlatılıyor, hususan gidip görenler Doğu hakkında, Cennet tasvirleri yapıyorlardı. Fakir halk için Haçlı seferlerinden gaye, hac veya kutsal savaş değil, mala mülke kavuşmak, yokluktan kurtulmaktı. Daha başka sebepleri olanlar da vardı. Fuller bu durumu şöyle izah eder: “Bu insanların büyük bir harekete kendilerini salıverecek derecede maceraperest olan dindar kimseler olduğu düşünülmemeli. Pek ala, dini niyetle gidenler vardı. Ancak bunların yanında, şuurlu hareketten ziyade, kalabalığa uymuş ayak takımı insanlar çoğunluktaydı. Borçlular borçtan kurtulmak ve kreditörlerini dolandırmak için; uşaklar vazifeden ve efendilerinin kaprislerinden içtinap için bu seyahate katıldılar. Hırsızlar ve katiller haça sığınarak darağacından kurtuldular. Zina edenler bu seferle günah çıkarttılar vs.”
Yani, kilise ricalinden başka bu işi dini niyetle yapan hemen hemen yoktu. Her tabaka ayrı bir dünyevi maksat güdüyordu.
Bu arada. Malazgirt yenilgisinin yaralarını sarmakla meşgul bulunan Bizans’ın yeni imparatoru 7. Mihael’in, 1073 yılında Batı’daki kıvılcımlara körük çektiğini belirtmekte de fayda vardır. Bu istek 1095 yılında İmparator Alexius Commenus tarafından tekrar edildi. Bizansın asıl derdi Kudüs’ü değil, Anadolu’da kaybettiği yerleri geri almaktı.
Böylece, ihtirasların kesiştiği noktada yüzbinlerce kişi yollara döküldü. Birinci Haçlı Seferi, halkın ve devlet ehlinin olmak üzere iki kısma ayrılır. Birinci kısım heyecana gelerek kılıç kuşanmış başıbozuk halk takımıydı. Yukarıda da belirtildiği gibi, aralarında her tür insan vardı. Almanya’dan çıkan böyle bir grup, Haçlı muharebelerinin her günahı affettireceğine inandırıldıkları için, yol boyunca en büyük hayâsızlıkları, günahları ve cinayetleri işlediler.
Başlarına da kendileri gibi serserileri geçirerek “Müslümanlarla savaşmadan evvel, Yahudileri yok etmek lazımdır” deyip, yolda karşılaştıkları Yahudileri toptan öldürdüler. Hususan Pierre Lermite’nin hitabetiyle heyecana gelen kalabalıklardan müteşekkil olan bu beş kısımlık ordunun üç kısmi yolda Macarlar tarafından darmadağın edildi. Diğer ikisi de Bulgarlarca hırpalanmasına rağmen, İstanbul’a ulaşmayı başardılar. İmparator Alexius, bu yağmacı ve serseri takımını hemen Anadolu’ya geçirdi. Asıl düzenli ve sistemli Haçlı ordusu 1096 Mart’ından başlayarak yola çıktı. Çoğunlukla şövalyelerden oluşan gruplar, aynı yılın sonlarına doğru, kara ve deniz yoluyla gelip İstanbul’da toplanmaya başladılar. Bunların sayılan 300 ila 600 bin arasında tahmin edilir.
Bizans İmparatoru Alexius yaptıklarından pişman idi, ancak başına belayı almış, yüzbinlerce şövalyenin İstanbul’da toplanmasına sebep olmuştu. Bundan sonraki politikası Haçlılara yardım değil; şerlerinden ülkesini korumak şeklinde oldu. Bizans halkı bu Katolik Avrupalıları hiç sevmediği gibi, Haçlılar da Bizanslılar’ı düşmanları arasında saydılar.O sırada Selçuklu Sultanı Berkiyaruk, Horasan’da çıkan isyanlar ile meşguldü. Suriye Beyi, Alparslan’ın Oğlu Tanış’ın vefatında sonra oğulları birbiriyle harbedip, sonunda biri Şam’da, biri Halep’te kalmıştı. Bağisyan da Antakya kumandanı idi. Hâsılı, Kılıçarslan Haçlılar’a karşı yalnız kalmıştı.
Haçlılar’ın İznik’i almasından sonra Kılıçarslan, Anadolu’ya dönerek toparlanmaya çalıştı. Haçlılar da eski ticaret yollarını izleyerek Anadolu içlerine doğru yürüyüşe geçtiler. 1 Temmuz 1097 tarihinde Kılıçarslan, Eskişehir (Doryaeum) yakınlarında Haçlı ordusuna ani bir baskın düzenledi. Haçlılar bir an şaşırdılar, lakin zırhlı şövalyelerden oluşan düşmanı yenmeye imkân yoktu. Daha fazla kayıp vermemek için geri çekildi ve yıpratma savaşlarına başladı. Kılıçaslan’ın bundan sonra bir daha esaslı bir şekilde Haçlıların karşısına çıkamayışı, henüz yeni kurulmuş olan ülkesindeki kaosa bağlanır. Zira Haçlı yürüyüşüyle birlikte ülkenin hemen hemen her yanında isyanlar ve hususan komşu devletlerin tehditleri vardı.Selçuklu Beyleri’nin Konya Ereğlisi (Heraclea) yakınlarında karşı durma teşebbüsü de bir netice vermedi ve Haçlılar bugünkü Çukurova’ya indiler. Bu yürüyüş sırasında, Haçlılar’ın arasında bulunan yaşlı ve hastalar ilgisizlikten ölüyor, ilgilenen olmadığı için yollara terkediliyorlardı...Burada, Ermeni ve Suriyelilerin (Müslüman olmayanlar), Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Türk İslam ordularını arkadan vurduklarını da belirtmek lazımdır! Çok yerde İslam orduları, Haçlılar ve yerli ihanet unsurları arasında iki ateş arasında kalmışlardır. Ancak, Hristiyan liderler bu halklara karşı vefa ve teşekkür hissetmeye bile lüzum görmediler. Hatta, akıl almaz ihanetlerde bulundular. Mesela, Haçlı liderlerden Baldwin, Urfa (Edessa)’yı elinde bulunduran Ermeni Beyi Toros’un hoşamedisiyle, ana orduyu bırakıp bu şehre gitti. Bir süre sonra da Toros’u öldürerek yerine kendisi geçti ve bir kontluk kurdu.Bundan sonra, sayısı 200 bin civarındaki Haçlı ordusu Antakya’ya yöneldi. Antakya’daki asker ve bir kısım halk dışında nüfusun tamamına yakını Hristiyan unsurlardan oluşuyordu. Oldukça müstahkem bir kalesi ve savunma imkânları vardı. Nitekim güçlü Haçlı ordusu Antakya önlerinde uzun zaman durakladı. Lakin bir Ermeni dönmenin ihanetiyle kale kapıları Haçlılara açıldı ve şehir düştü. Haçlılar şehirde bulunan Müslümanları kılıçtan geçirirken meramını anlatamayan çok sayıda Hristiyan da onlarla birlikte öldürüldü.
Bu arada Antakya’nın yardımına koşmak için Selçuklu beyleri arasında geçici bir anlaşma sağlayarak güçlü bir ordu toplayan Musul Beyi Kürboğa, ancak şehir düştükten sonra yetişebildi. Karşısında büyük bir ordu buldu. Esasında kendi ordusu da kuvvetliydi. Ancak, beylerin ve kumandanların arasında ihtilaflar ve hatta düşmanlıklar vardı. Kendisi de gururu yüzünden etrafındaki birçok kimseyi küstürmüştü. Nitekim, beyler savaşa girmeyerek bir bir savuşup gittiler. Dolayısıyla Kürboğa’nın kuşatması başarılı olamadı. Neticede Hristiyanlar’ın huruç hareketiyle de yenildi ve bölgeyi terketti.
Antakya’da durumlarını güçlendiren Haçlılar, bundan sonra çevreye tecavüz etmeye başladılar. Suriye’nin batısındaki birçok şehir Haçlılar’ın eline geçti ve buralarda emsali görülmemiş katliamlar irtikab edildi. Mesela, Frank lider Raymond, Maarratün Numan şehrini işgal ederek 100 binden fazla Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra, şehri ateşe verdi. Fakat Haçlı ordusu aynı civarda büyük bir salgına ve açlık illetine tutuldu. O günlerin şahidi bir Haçlı, durumu şöyle anlatır:“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp; ateşte kızartı yor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı”Yine el-Bara şehrinde büyük küçük, kadın ve erkek bütün şehir ahalisi kılıçtan geçirildi. Hayfa’da şehri savunan Müslüman askerler ve şehir ahalisi, ortaya dikili bir Haç etrafında kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek toplatıldı ve akabinde merhametsizce kılıçtan geçirildi. Trablus’taki katliamı ise, sefere katılan ve bir şövalye olan Gestafrankorum’un yazarı şöyle anlatıyor: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar kan ile kirlenmişti.”
Suriye coğrafyasını kana bulayan Haçlılar, daha sonra toplanarak Kudüs’e yürüdüler ve 5 Haziran 1099’dan itibaren Kudüs’ü fiilen kuşattılar. Şehirde çok iyi bir savunma hazırlığı yoktu. Çünkü, Mısır’dan gelecek takviyeye güveniyorlardı...Kuşatma bir aydan fazla sürdü. Bu süre zarfında Haçlılar bildikleri bütün teknikleri kullanarak, her yönden şehre saldırdılar. Başta Pierre Lermit olmak üzere, papazlar ve rahipler ordunun arasında geziyor, kışkırtıcı konuşmalar yapıyorlardı. Haçlı ordusu asıl morali İngiliz ve Cenevizliler’in yardım filolarının Yafa limanına ulaşmasıyla kazandılar. Bu yardımla çok güçlenmişler, kayıplarını telafi etmişlerdi.
Hristiyanların mancınıklarla duvarları tahrip ederek, hemen başlattıkları saldırıya, Müslümanlar hususan, Rum ateşi(grajuva) ile karşılık veriyorlar, bu suretle iki taraftan da büyük kayıplar oluyordu. 15 Temmuz sabahı Haçlı ordusunun başlattığı büyük bir saldırı neticesinde, İslam savunması kırıldı ve merdivenlerle surlara çıkan şövalyeleri kapıların açılmasıyla şehre dolan diğer askerler izledi. Artık savunmaya imkân yoktu ve bu suretle Kudüs düştü.
Müslümanlar, Süleyman Mabedi çevresine, Museviler de kendi sinagoglarına sığındılar. Fakat Haçlılar bu insanları kendilerinin de kutsal saydığı yerlerde öldürmekle kalmayıp herşeyi yağmaladılar. O gün Kudüs’te 70 bin kişinin katledildiği rivayet edilir.“Katliam korkunçtu. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında Haçlılar, sevinçten haykırarak(!), kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini beraberce ibadet için uzattılar”.
Görüldüğü gibi Haçlılar yaptıkları barbarlıkları iftiharla anlatabilmektedirler. Sırf bu bile, yalnız savaşa katılanların değil, bütün bir Avrupalının insaniyetten ne derece uzak olduğunu ispat eder. Bu konuda yine Gesta’nın yazarının ifadesi şöyledir: “Böyle bir katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Ölüler piramitler şeklinde yığınlar haline konarak yakıldı. Sayılarının ne olduğunu ancak Allah bilir”
Kol, bacak ve kelle yığınlarına şehrin hemen her sokağında, her meydanında rastlanabilmekteydi. Müslüman ve Musevi hiç kimse bu katliamdan sağ kurtulamadı.Zamanında İslam’a omuz veren Selçuklu Türkünü düşman bilip, en kötü zamanında bile yardıma yanaşmayan Mısır Şii Fatimi Devleti’nin aklı sonradan başına geldi. Güya Kudüs’ü geri almak için gönderdikleri bir ordu Askalan mevkiinde kendisinden sayıca az olan Haçlı ordusundan bir gruba fena halde yenildi ve bir daha bu işe teşebbüs edemediler.
Kudüs, ta Selahaddin Eyyubi ufuklarda belirinceye kadar bir matem devrine girmişti. Bir insan ömrü kadar olan esaretinin bu mukaddes şehir için yüzyıllar gibi olduğuna şüphe yoktur. Yürekleri sızlatan bu esareti ahir zamandakine denkti ve bugün olduğu gibi o gün de bütün İslam dünyasını derin bir acıya garketmişti. Hasının Hristiyan veya yahudi olması birşeyi değiştirmiyor. Çünkü, zulme uğrayan hep Müslüman. Böyle olduğu halde hala Batı’nın simsarlığını yapanlara veyl olsun diyoruz ve Işık Adamı şu sözleriyle “sadakte” diyerek yad ediyoruz: “Ey bu vatan gençleri, Frenkleri taklide çalışmayınız!... Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve batıl efkarına ittiba edip, emniyet ediyorsunuz.”
KAYNAKLAR
1-Ernest Barker, The Crusades, Oxford Un. Press, London, 1949
2- James A. Brundage, Medieval Canon Law and the Crusader, Wisconsin Un. Pres. London, 1969.
3-Thomas Fuller, The Historie of the Holly Wame,
4- Ahmet Cevdet Paşa. Kıssas’ı Enbiya, C. 5,
5- Gesta Frankorum, The Deeds of the Franks, edited by Rosalind Hill London Universty.
6- K. Enbiya, s. 182 Kültür ve Turizm Bak. Yay. 1985
7- Pr. Dr. Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Pr. Dr. Salih TUĞ, Boğaziçi Yayınları, Cilt 2,
8- Raimundus de Agiles, Historiak Frankorum qui ceperunt Jarusalem .
9- Lem’alar, 17. Lem’a, 4. Nota