Da Vinci modası bizdeki esrarlı örgütleri unutturdu. İşte Fatih'in diri diri yaktırdığı tarihin ilk Matrix'çileri: Hurufiler....
"BAŞKENT ANKARA" KEHANETİ
Hurufiler, şarkın en gizemli mezhebiydi. 14'üncü asırda doğan mezhep, kâinat ile sayı sistemleri arasında bağlantı kuruyor ve bu bağlantılarla "geleceği okuyordu." Mesela 19'uncu asır Hurufi şairi Müştak Baba, Ankara'nın başkent olacağını 100 küsur yıl öncesinden söylemişti.
İslam'ın Matrix'çi gizli mezhebi Hurufilik
İran taraflarında, 14. asırda "Hurufilik" denilen yepyeni bir mezhep doğdu. Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan, yani Matrix filminin kurgusunu andıran Hurufilik kısa zamanda yayıldı ama âkıbeti kanla yahut ateşle noktalandı. Mezhebin kurucularının derileri yüzüldü, Fatih Sultan Mehmed zamanında da, binlercesi diri diri yakıldı. İşte, Da Vinci Şifresi'ne rahmet okutacak derecede sırlarla ve maceralarla dolu olan "İslam'ın tek, dünyanın da ilk Matrix'çi gizli mezhebi" Hurufiliğin kısa öyküsü....
BAŞLARKEN
Şark dünyasının sırları Da Vinci'ye rahmet okutur
Türkiye'nin kültür hayatında, son çeyrek asırda yaşanan önemli bir değişikliğin acaba farkında mısınız? Kendi kültür geçmişimizden bihaber kalarak tarih, sanat, eğlence, hattâ günlük hayat konusundaki bütün örnekleri batı dünyasından verir hâle gelmiş olmamız hiç dikkatinizi çekti mi? "Da Vinci'nin şifresi", bu alıntıların günümüzdeki son örneği... Dan Brown'ın romanında ortaya attığı iddialar bugün bütün dünyanın yanısıra Türkiye'de de her an gündemde ama Da Vinci'ye atfedilen sırlara rahmet okutacak derecede gizemlerin çok daha fazlasının Şark dünyasının ve özellikle de imparatorluk Türkiyesi'nin geçmişinde vârolduğunu sadece konunun uzmanları biliyorlar. Üç gün devam edecek olan bu yazı dizisini Şark'ın gizemlerini hatırlatmak maksadıyla hazırladım. Bugün Edirne taraflarından başlan esrarlı yolculuğumuzun yarınki ve öbür günkü güzergâhı, İstanbul olacak.
Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları, yani İslam tarihinin en esrarlı, en karmaşık ve en militan mezhebine mensup bulunmalarıydı. 16. asrın biyografi yazarı Taşköprüzâde Ebu'l-Hayr İsâmü'ddin Ahmed Efendi, "Şakâiku'n-Nu'mâniyye" isimli eserinde Hurufiler'in diri diri yakılmalarını anlatırken "Dalâlete düşenler, lâyık oldukları ateşe işte böyle kavuştular" diye yazacak; Hurufiler, Edirne'de 1450'li yılların sonlarında yedikleri bu darbeden sonra bellerini bir daha doğrultamayacak ve sır dolu bir grup olarak tarihe geçeceklerdi. Hurufi mezhebini, İran'da 1340 senesinde doğan Şihabüddin Fazlullah adında bir tasavvufçu kurdu. Fazlullah,kendisinden asırlar önce vârolan aşırı mezheplerin, özellikle de Batınililiğin etkisi altındaydı. Mezhebinin inanç temelini "harflerin ve sayıların kutsallığı" düşüncesi ile "ses" kavramı teşkil ediyordu. "Ses", Fazlullah'a göre her varlıkta mevcuttu; hattâ cansızlarda, meselâ taşlarda bile bu özellik vardı. İki taşın birbirine vurulması neticesinde işitilen ses, cansız maddelerin sahip oldukları bu özellikti.
DERİSİNİ YÜZDÜLER
Ses olgunlaştığı zaman "söz" olur, söz de harflerden meydana gelirdi, dolayısıyla herşeyin aslı "harf" idi ve her harfin belirli bir sayı değeri vardı. İşte, bu temelden yola çıkan Fazlullah'a göre İslamiyet ile ilgili bütün meseleler Arapça'nın 28, Farsça'nın da 32 harfiyle izah edilebilirdi. Herşey sayıda gizliydi, sayıların arasındaki ilişkiler vasıtasıyla Kur'an'ın yorumlanıp gizli sırların öğrenilmesi ve mutlak gerçeğe ulaşılması mümkündü. Hurufilik, İslam uleması tarafından ilk zamanlarında aşırı bir mezhep gibi görüldü ama Fazlullah'ın daha sonraları dünyanın, ahıretin velhasıl herşeyin temelinin kendisi olduğunu söylemesi ve "Ben, aslında Hazreti İsa'yım, dünyayı kurtaracak Mehdi, benim" demesi üzerine Hurufiler kâfir kabul edildiler. Bu sırada giderek daha fazla taraftar toplayan Hurufiler'in siyasi iktidarı ele geçirmeye kalkışmaları üzerine, Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ın kafasını kestirdi. Sonra derisini yüzdürdü, cesedini ip bağlatarak pazarda dolaştırdı, etini köpeklere yedirdi ve vücudundan kalan bütün ateşe attırdı. Fazlullah'ın idamına rağmen sayıları ve güçleri giderek artan Hurufiler hemen her yerde sıkı bir takibe uğradılar. Ele geçirilenlerin ya derileri yüzüldü, yahut yakıldılar; hayatta kalabilenler de, kurtuluşu Anadolu'ya geçmekte buldu. Hurufiler, Fatih Sultan Mehmed'in iktidar yıllarında sayıların ve harflerin cazibesiyle hükümdarı bile etkileyerek saraya sızmayı ve devlet işlerine müdahale etmeyi başardılar. Ama, devletin güçlü veziri Mahmud Paşa yine o devrin en güçlü din âlimlerinden Fahreddin-i Acemi'den "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartınca, Fatih'in söyleyecek sözü kalmadı. Neticede, Edirne'deki o büyük ateş yakıldı ve ateşin başında ilk tekbiri de Fahreddin-i Acemi getirdi. Ayrıntılarını yıllar önce rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın ortaya çıkardığı bu gizli mezhebin inançlarına bugün artık sadece tarih kitaplarında rastlanıyor. Siyasetin yanısıra kültür ve sanat çevrelerini de asırlar boyunca etkilemiş olan bu akımı artık bir mezhep yahut din değil, kültür kaynağı olarak kabul edenler ve sistemin temelinde vârolan "ebced" ile "cifir" meselelerine alâka duyanlar bugün hâlâ mevcut. İslamiyet'in "Matrix"i olan ve gölgesi günümüzde çok dar bir çevrede devam eden Hurufiliğin ayrıntılarını merak edenler, bu sayfadaki kutulara bakabilirler.
"BAŞKENT ANKARA" KEHANETİ
Hurufiler, şarkın en gizemli mezhebiydi. 14'üncü asırda doğan mezhep, kâinat ile sayı sistemleri arasında bağlantı kuruyor ve bu bağlantılarla "geleceği okuyordu." Mesela 19'uncu asır Hurufi şairi Müştak Baba, Ankara'nın başkent olacağını 100 küsur yıl öncesinden söylemişti.
İslam'ın Matrix'çi gizli mezhebi Hurufilik
İran taraflarında, 14. asırda "Hurufilik" denilen yepyeni bir mezhep doğdu. Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan, yani Matrix filminin kurgusunu andıran Hurufilik kısa zamanda yayıldı ama âkıbeti kanla yahut ateşle noktalandı. Mezhebin kurucularının derileri yüzüldü, Fatih Sultan Mehmed zamanında da, binlercesi diri diri yakıldı. İşte, Da Vinci Şifresi'ne rahmet okutacak derecede sırlarla ve maceralarla dolu olan "İslam'ın tek, dünyanın da ilk Matrix'çi gizli mezhebi" Hurufiliğin kısa öyküsü....
BAŞLARKEN
Şark dünyasının sırları Da Vinci'ye rahmet okutur
Türkiye'nin kültür hayatında, son çeyrek asırda yaşanan önemli bir değişikliğin acaba farkında mısınız? Kendi kültür geçmişimizden bihaber kalarak tarih, sanat, eğlence, hattâ günlük hayat konusundaki bütün örnekleri batı dünyasından verir hâle gelmiş olmamız hiç dikkatinizi çekti mi? "Da Vinci'nin şifresi", bu alıntıların günümüzdeki son örneği... Dan Brown'ın romanında ortaya attığı iddialar bugün bütün dünyanın yanısıra Türkiye'de de her an gündemde ama Da Vinci'ye atfedilen sırlara rahmet okutacak derecede gizemlerin çok daha fazlasının Şark dünyasının ve özellikle de imparatorluk Türkiyesi'nin geçmişinde vârolduğunu sadece konunun uzmanları biliyorlar. Üç gün devam edecek olan bu yazı dizisini Şark'ın gizemlerini hatırlatmak maksadıyla hazırladım. Bugün Edirne taraflarından başlan esrarlı yolculuğumuzun yarınki ve öbür günkü güzergâhı, İstanbul olacak.
Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları, yani İslam tarihinin en esrarlı, en karmaşık ve en militan mezhebine mensup bulunmalarıydı. 16. asrın biyografi yazarı Taşköprüzâde Ebu'l-Hayr İsâmü'ddin Ahmed Efendi, "Şakâiku'n-Nu'mâniyye" isimli eserinde Hurufiler'in diri diri yakılmalarını anlatırken "Dalâlete düşenler, lâyık oldukları ateşe işte böyle kavuştular" diye yazacak; Hurufiler, Edirne'de 1450'li yılların sonlarında yedikleri bu darbeden sonra bellerini bir daha doğrultamayacak ve sır dolu bir grup olarak tarihe geçeceklerdi. Hurufi mezhebini, İran'da 1340 senesinde doğan Şihabüddin Fazlullah adında bir tasavvufçu kurdu. Fazlullah,kendisinden asırlar önce vârolan aşırı mezheplerin, özellikle de Batınililiğin etkisi altındaydı. Mezhebinin inanç temelini "harflerin ve sayıların kutsallığı" düşüncesi ile "ses" kavramı teşkil ediyordu. "Ses", Fazlullah'a göre her varlıkta mevcuttu; hattâ cansızlarda, meselâ taşlarda bile bu özellik vardı. İki taşın birbirine vurulması neticesinde işitilen ses, cansız maddelerin sahip oldukları bu özellikti.
DERİSİNİ YÜZDÜLER
Ses olgunlaştığı zaman "söz" olur, söz de harflerden meydana gelirdi, dolayısıyla herşeyin aslı "harf" idi ve her harfin belirli bir sayı değeri vardı. İşte, bu temelden yola çıkan Fazlullah'a göre İslamiyet ile ilgili bütün meseleler Arapça'nın 28, Farsça'nın da 32 harfiyle izah edilebilirdi. Herşey sayıda gizliydi, sayıların arasındaki ilişkiler vasıtasıyla Kur'an'ın yorumlanıp gizli sırların öğrenilmesi ve mutlak gerçeğe ulaşılması mümkündü. Hurufilik, İslam uleması tarafından ilk zamanlarında aşırı bir mezhep gibi görüldü ama Fazlullah'ın daha sonraları dünyanın, ahıretin velhasıl herşeyin temelinin kendisi olduğunu söylemesi ve "Ben, aslında Hazreti İsa'yım, dünyayı kurtaracak Mehdi, benim" demesi üzerine Hurufiler kâfir kabul edildiler. Bu sırada giderek daha fazla taraftar toplayan Hurufiler'in siyasi iktidarı ele geçirmeye kalkışmaları üzerine, Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ın kafasını kestirdi. Sonra derisini yüzdürdü, cesedini ip bağlatarak pazarda dolaştırdı, etini köpeklere yedirdi ve vücudundan kalan bütün ateşe attırdı. Fazlullah'ın idamına rağmen sayıları ve güçleri giderek artan Hurufiler hemen her yerde sıkı bir takibe uğradılar. Ele geçirilenlerin ya derileri yüzüldü, yahut yakıldılar; hayatta kalabilenler de, kurtuluşu Anadolu'ya geçmekte buldu. Hurufiler, Fatih Sultan Mehmed'in iktidar yıllarında sayıların ve harflerin cazibesiyle hükümdarı bile etkileyerek saraya sızmayı ve devlet işlerine müdahale etmeyi başardılar. Ama, devletin güçlü veziri Mahmud Paşa yine o devrin en güçlü din âlimlerinden Fahreddin-i Acemi'den "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartınca, Fatih'in söyleyecek sözü kalmadı. Neticede, Edirne'deki o büyük ateş yakıldı ve ateşin başında ilk tekbiri de Fahreddin-i Acemi getirdi. Ayrıntılarını yıllar önce rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın ortaya çıkardığı bu gizli mezhebin inançlarına bugün artık sadece tarih kitaplarında rastlanıyor. Siyasetin yanısıra kültür ve sanat çevrelerini de asırlar boyunca etkilemiş olan bu akımı artık bir mezhep yahut din değil, kültür kaynağı olarak kabul edenler ve sistemin temelinde vârolan "ebced" ile "cifir" meselelerine alâka duyanlar bugün hâlâ mevcut. İslamiyet'in "Matrix"i olan ve gölgesi günümüzde çok dar bir çevrede devam eden Hurufiliğin ayrıntılarını merak edenler, bu sayfadaki kutulara bakabilirler.
Sabah