23 Ekim 2007 Salı

Osmanlı Armasının Anlamı




Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:
En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça Osmanlı devletinin hükümdarı olan han, ALLAH 'ın Muaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer anlamına gelen bir söz yazılı.
Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kainatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gaziyi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.

Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.

Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak alemini altında baltacıklar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el sperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.

Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:
Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kuran-ı Kerim, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.

Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlının estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.

Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanın da dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.

Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar.
Bu madalyaların isimleri şöyledir:
İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.

Tarih şuurunun önemi

Mehmet NİYAZİ
Hayat canlı bir organizma gibidir; gelenek ve göreneklerimiz, yönetim sistemimiz, yemeklerimiz, elbiselerimiz her gelen günle değişiyor. Bu değişmeler hayatın dinamizminin bir sonucudur; fosilleşmesinin önüne ancak bünyesinde taşıdığı muharrik güçle geçmektedir.

Canlılığın kaçınılmaz bir özelliği olan değişmelerde bizi toplum olarak devam ettiren tarih şuurudur. Bu şuur eksik olursa, her renkten renge girişimizde kendimizi milletçe yeni bir kişiliğe kavuşmuş zannederiz; bu da milli şuurumuzun parçalanmasına, şizofrenik bir hal almasına sebep olur.

Hayatımızda yer alan bütün sosyal ve tabii olayların geçmişleri vardır. Günlük hayatımızdaki bu olayları izah etmedikçe onlarla ilişkimiz uyurgezerlik seviyesindedir. Onları izah ettikçe hayatımızdaki yerlerini kavrar, daha iyi nasıl olabileceklerine dair kafa yormanın ihtiyacını duyarız. Tarih şuurundan yoksun kişi ve toplumlar kendilerini ancak bir vasıta, bir alet, bir gölge, nasıl ortaya çıktıklarını bilmeyen bir parça sanırlar. Bundan dolayı da kendi varlıklarının devamını, mutluluklarını başkalarında ararlar.

Bugün yaşadığımız an, yüzyıllar boyunca sürmüş mücadelelerin, heyecanlı yaşanmış haritaların yeni bir geleceğe açılan eşiğidir. Demek ki tarih, sadece keşfolunan ve yalnızca seyredilen kuru olaylar resmi geçidi değil, aynı zamanda önümüze konan bir hayattır. Bizi köksüzlükten kurtarıp, ebediyete akıp giden ırmağa dönüştüren, aynı kaderi paylaşan milletlerin arasında bize varlığımızı duyuran tarih şuurudur. Toplumda tarih şuuru halinde fonksiyonunu ifa eden bu fenomeni hazırlayan aydın beyinlerin ürünü olan tarih felsefesidir.

Tarih felsefesi halka bilgi olarak değil, irfan olarak yansır. Olayları belki yeterince izah edemez; ama onunla sezer. Milli mücadele zamanında okur yazar oranımızın yüzde on iki civarında olduğu söylenmektedir. Üniversite mezunlarımız parmakla gösterilecek kadar azdı. Elde kalan vatan parçasında ciddi bir otorite mevcut değildi; yani bölünmeye hazırdı. Dış tahrikler havsalaya sığmayacak düzeydeydi. İşte bu yıllarda İngilizler, Van’da Kürt beylerini topladılar. Onlara ayrı devlet kurmalarının lüzumunu anlattılar. İngilizleri dikkatle dinleyen Kürt beyleri, Ermeni devleti kurmak istediklerini hemen anladılar.

Aynı senaryoyu Batı Anadolu’da da sahneye koymaya çalıştılar. Orada kurulmak istenen Çerkez devletine karşı en şiddetli tepki Çerkezlerden geldi. Gerek doğudaki; gerekse batıdaki insanımızda bulunan milli şuur, oynanan oyunun sezilmesine vesile oluyor, bağımsızlığımızın temelini teşkil ediyordu.
Sovyet Rusya, Afganistan’ı ele geçirmek istedi. Aralarında mukayese edilemeyecek kadar güç farkı bulunmasına rağmen, sert iklimin çocukları Afganlılar vatanlarını Ruslara mezar yaptılar. Gelen düşmanı teşhiste güçlük çekmiyorlardı; bu, birliklerini sağlamaya yetiyordu. Ruslara karşı başarılı savunma yapan Afganlılar, karşılarında düşman yokken iç barışlarını sağlamakta aynı başarıyı elde edemediler. Çünkü milli şuurları zayıftı; küçük bir farklılığın tahriki ortalığı cehenneme çevirmeye yetiyordu. Her ülkede tahrik edilecek farklılıklar bulunabilir; ama milli şuurları güçlü cemiyetlerde tahrikler etkilerini gösteremezler. Alman milletinde Katolikler, Protestanlar vardır; sayıları da birbirine yakındır. Tahrikle Katolik, Protestan çatışması çıkarmak mümkün mü? Geçmişteki acılardan elde ettikleri tarih felsefesiyle analizini yaptıkları milli şuurlarını sarsmak kabil mi?

Milli şuur gökten zembille inmez. Metafizik atmosfer, tarih bilgisi, milli acılar ve benzeri faktörler milli şuuru oluştururlar. Ama onun beslendiği en önemli kaynak tarih şuurudur; ondan mahrum kalan milli şuur, susuz kalmış çiçek gibi kurur.
14.08.2006

Barbaros Hayrettin Paşa

Bu makale Barbaros.biz sitesinden alınmıştır.


Denizciliğe Midilli sularında bir tüccar olarak başlayan Barbaros Hayreddin Paşa daha sonra Tunus Sultanı'nın himayesinde Kuzey Afrika'da atıldığı korsanlık hayatına büyük zaferler ve kahramanlıklarla devam etti. Sadece adı bile düşman gemilerini kaçırmaya yeten Barbaros Hayreddin Paşa 1518 yılında Cezayir Sultanı oldu. Fakir ve esir Cezayir ülkesi onunla kısa zamanda zenginlik, refah ve huzur ülkesi haline geldi. Kendisi bir ülkenin Sultân'ı olmasına rağmen -Hakk'a ve Âmir'e itaati düstûr edinmiş bu yiğit insan- şan, şöhret ve saltanat peşinde koşmadığından Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim’e biat ederek ülkesi Cezayir’i Osmanlı Devleti’ne bağladı. Ardından Yavuz Sultan Selim tarafından Cezayir Beylerbeyliği’ne getirildi. Denizlerde Ceneviz, Fransız, İspanyol, Venedik ve diğer Avrupalı gemi ve donanmalarına karşı gösterdiği büyük kahramanlık ve başarıların sonucunda da 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devleti'nin Kaptân-ı Derya'lığına atandı. Komutanlığı süresi içinde "Dünya tarihinin en büyük deniz savaşı" olan Preveze Deniz Savaşı'nda aleyhine birleşen Avrupa donanmalarını büyük bir hezimete uğratarak zaferlerinin doruğuna ulaştı ve adını silinmeyecek bir şekilde dünya tarihine altın harflerle kazıdı...

Osmanlı Devleti’nin şanlı Kaptân-ı Derya’sı (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Barbaros Hayreddin Paşa 1476 yılında Midilli Adası’nda doğmuştur. Asıl adı “Hızır” olup kendisinden korkan Avrupalılar tarafından “Kızıl Sakallı” manasına gelen “Barbarossa” (Okunuşu Barbaroşa) ismiyle anılmış ve din ve devlet yolunda yaptığı büyük işlerden dolayı da Kanuni Sultan Süleyman tarafından, dine hayrı dokunan manasına gelen “Hayreddin” ismi verilmiştir.

Babası, Midilli’nin Osmanlılarca 1462'deki fethinden sonra, kale muhafızı olarak buraya gelmiş bulunan Nurullah Yakub Ağa, annesi ise Katerina adında, sonradan müslüman olan Midilli'li bir kadındı. Midilli’nin fethinden sonra gösterdiği yararlılık sebebiyle kendisine tımar olarak verilen Midilli'nin Bonova Köyü'ne yerleşen Nurullah Yakup Ağa bu köyde yetiştirdiği çocukları İshak, Oruç, Hızır ve İlyas'ın tahsillerine büyük önem verdi. Dört kardeş, dinî ilimler tahsilinin yanı sıra Arapça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca da öğrenerek yetiştiler. Bu dört cengaver kardeşten üçü, İshak, Oruç ve İlyas Reis şehit olarak vefat etmişlerdir.

Hızır Reis (Barbaros), Midilli'den Selanik, Serez ve Eğriboz'a giderek, ticaret yapmaya başlarken daha kazançlı olan Suriye ve İskenderiye gibi uzak yerleri seçen ağabeyi Oruç Reis ise, yanında küçük kardeşi İlyas ile birlikte Trablusşam'a gitmek için yola çıktı. Yolda "serseri yatağı bir haydut teşkilatı" olan Rodos (Saint-Jean) Şövalyeleri’nin gemilerine rastlayarak şiddetli bir savaşa tutuşan iki kardeşten İlyas şehit olurken, Oruç Reis de esir edilerek Rodos Adası'na götürüldü. Bu haberi öğrenen Hızır Reis ağabeyini kurtarmak için Krigo adlı bir tüccarla 18.000 akçeyi fidye olarak gönderdiyse de Krigo'nun ihaneti sebebiyle bu girişim sonuçsuz kaldı. Zindandan çıkartılarak Rodos Şövalyeleri'ne ait bir gemide kürekçi yapılan Oruç Reis, fırtınalı bir zamanda kaçmayı başararak Antalya kıyılarına çıktı ve bir Türk köyüne sığınıp, orada 10 gün kaldı. Daha sonra şöhretini duyup kendisini çağıran Mısır Sultanı Kansu Gavri'nin Hind tarafına göndereceği 16 gemilik bir donanmaya Serasker olma teklifini kabul ederek donanmayı alıp İskenderun Körfezi'ne geldi. Oruç Reis'in donanmayla İskenderun'a geldiğini duyan Rodos Şövalyeleri âni bir baskın yapınca Oruç Reis gemileri karaya oturtarak ellerinden kurtuldu. Ardından Antalya’da 18 oturaklı bir tekne yaptırıp Rodos sahillerini basarak korsanlığa başladı. Derhal Divân'ı toplayan Şövalyeler Kralı'nın emriyle hazırlanan 5-6 Rodos gemisi Oruç Reis'i bir limanda bastırdıysa da yine yakalayamadı. Oruç Reis Antalya'ya dönerek o sırada Antalya Sancakbeyliği'nden Manisa'ya tayini çıkan Yavuz Sultan Selim’in kardeşi Şehzade Korkut'un himayesine girdi. Şehzade'nin kendisine hediye ettiği 2 gemiyi almak için İzmir'e giderek leventlerini topladı ve ardından Midilli'ye gitmek üzere denize açıldı. Yol boyunca toplam 5 Venedik gemisini içindeki 24.000 altın ve bol miktarda ganimetle ele geçirerek memleketi olan Midilli'ye ulaştı. Limanda kendisini karşılayan Hızır ve İshak Reis'le buluşarak hasret giderdi. Bir müddet sonra Mısır'a giden Oruç Reis -daha önce Rodos Şövalyeleri'nin yaptığı baskında 16 gemiyi karaya oturttuktan sonra Mısır'a geri dönmediği için- kırgın olan Mısır Sultanı'nın yanına giderek af diledi ve yolda ele geçirdiği 7 düşman gemisini kendisine hediye etti. Oruç Reis'in inceliğine çok sevinen Sultan kendisini ve leventlerini en iyi şekilde ağırladı. Bahar gelince yeniden denizlere açılarak Kıbrıs sularına gelen Oruç Reis burada 5 Venedik gemisi daha ele geçirip ganimet mallarını satmak üzere Cerbe Adası'na gitti. Bu sırada Hızır Reis de Midilli'den ayrılarak ticaret için önce Trablusşam'a ardından da Preveze’ye gitti. Daha sonra Ayamavri Adası Limanı'nda gördüğü ve "Aşık oldum" dediği bir gemiyi satın aldı ve Cerbe Adası'na giderek Oruç Reis'le buluştu. Kendilerine emin bir sığınak arayan iki kardeş 1512 yılında Tunus'a giderek Sultan Ebu Abdullah Muhammed'den gemilerini barındırmak için bir liman istediler. Hak yolunda savaşacaklarını, aldıkları ganimetleri Tunus pazarında satacaklarını, bundan Tunusluların da faydalanacağını, Sultan’a ganimetlerinden beşte bir pay vereceklerini bildirerek bir anlaşma yaptılar. Sultan'la yaptıkları bu anlaşma sonucunda da, Halku'l Va'd Limanı'na yerleştiler. İşte daha sonra bütün Avrupa'ya "Barbaros Kardeşler" olarak nam salacak Hızır ve Oruç Reis’in tarihe geçen ve Akdeniz'i adeta bir Osmanlı gölüne çeviren seferleri böylece başlamış oldu.

Kışı Halku'l Va'd Limanı'nda geçiren iki kardeş bahar gelince 5 gemiyle denizlere yelken açıp Sardunya Adası açıklarında içinde bal, zeytin, peynir, buğday ve demir bulunan toplam 4 düşman gemisini içindeki 150 esirle ele geçirdikten sonra Tunus'a döndüler. Ertesi bahar Anapoli Limanı açıklarında içinde 525 İspanyol'un bulunduğu sultat yüklü büyük bir gemiyle giriştikleri ve 150 levendin şehid olduğu şiddetli savaşta esir aldıkları 183 İspanyol dışında düşmanın tamamını öldürdüler. Oruç Reis'in de ağır yaralandığı bu savaştan sonra 1 gemi daha ele geçirerek Tunus'a döndüler. Barbaros Kardeşler'in hemen yok edilmezse ileride başlarına büyük işler açacağını anlayan İspanyollar iki kardeşi yok etmek için üzerlerine 10 adet donatılmış gemi gönderdi. Leventler bir manevrayla bu gemilerden 4'ünü ele geçirdiler. Kaçan diğer 6 gemi ise İspanyol işgalindeki Becaye Kalesi altına girerek yattı. Barbaros'un karşı çıkmasına rağmen Oruç Reis onları da ele geçirmek istedi. Kaleden yağmur gibi top ve tüfek misketleri yağdı. Oruç Reis'in sol koluna misket isabet edip ağır yara alınca 60'dan fazla şehit verdikleri savaşta 300 İspanyol'u öldürülüp 150'sini de esir alarak geri çekildiler. Tunus'a dönen Barbaros bütün cerrahları çağırtıp Oruç Reis'in kolunu kurtarana ağırlığınca altın vermeyi vaad etti ise de çok kötü durumdaki sol kol kesilmek zorunda kalındı.

Oruç Reis iyileşip, bahar gelince İspanyollar'ın korkunç işkencelerle öldürdükleri Endülüslüler'i kurtarmak için yeniden denize açılan Barbaros kıyılardan topladığı binlerce insanı gemilerle Tunus ve Cezayir'e taşıdı. Endülüs’ün El-Meriye Limanı'nda Hindistan'dan mal getiren 1 Flandr gemisini ele geçirdikten sonra Minorka Adası'na demir attı. Ada içlerine giren levendler pınar başında kuzu çevirip, içki içmekte olan yaklaşık 80 İspanyol askerini kılıçtan geçirip 120'sini de esir ettiler. Ele geçirilen yüzlerce koyunla levendlerine adada ziyafet çektirerek 3 gün konaklatan Barbaros Minorka'dan ayrılarak 5 Ceneviz gemisi daha ele geçirdi. Bu sırada adları bütün Avrupa'da destanlaşmış olan Barbaros Kardeşler, Korsika seferinden sonra kışı geçirmek üzere memleketleri olan Midilli'ye gidip dost ve akrabalarıyla hasret gidererek, ada halkını çeşitli hediyelerle sevindirdiler. Burada 3 yeni gemi daha yaptırıp Anadolu'dan levend yazılmak için akın akın gelen genç yiğitlerden seçim yaparak yeniden denizlere açıldılar. İçleri buğday, zeytinyağı, fildişi ve çok sayıda ganimetle dolu 15 düşman gemisini 1.000'den fazla esirle birlikte ele geçirip Tunus'a döndüler. Kışı burada geçirip baharda 12 gemiyle denize açılarak gittikleri Sicilya'da bir kaleyi basıp 300 esir aldılar. Ardından içi şeker, çuha, kurşun, barut, gülle ve seren direğiyle dolu toplam 5 düşman gemisini ele geçirdiler. En büyük teknelerde bile kullanılabilecek derecede kaliteli ve uzun olan seren direklerini seçilmiş 200 esirle birlikte Yavuz Sultan Selim'e hediye olarak gönderdiler. 6 gemiyle İstanbul'a giden Piri Reis hediyeleri Sultan'a sundu. Sultan da Piri Reis ve leventlerine çok değerli hediyeler vererek, Barbaros ve Oruç Reis'e iletilmek üzere altın yaldızlı 2 gemi, elmas kabzalı 2 kılıç ile hil’atlar ve sorguçlar hediye etti. Padişah'ın gönderdiği harikulade gemileri gören Barbaros ve Oruç Reis çok sevindiler. Büyük bir merasim düzenlendi ve bütün Tunus erkanının önünde Piri Reis tarafından Barbaros'a kılıç kuşatılıp, hil’at giydirildi.

Ertesi gün Padişah hediyesi olan altın yaldızlı gemilerine binip İspanyol işgalindeki Becaye Kalesi'ne 2033 levendle çıkarma yaptılar. (1513) Kalelerden küçük olanı teslim olmayınca lağımla havaya uçurularak ele geçirildi. Bir kısmı ölen İspanyollardan 375'i de esir edildi. Arapların da desteği ile 3 gün sonra Büyük Becaye Kalesi'ni 29 gün boyunca döven levendler barutları bitince Tunus Beyi'ne gidip barut istediler. Fakat Barbaros'un başarılarını kıskanmaya başlayan Bey "Beter olsunlar" deyip barut vermedi. Bu sıralarda Becaye Kalesi'ne yardım için gelmekte olan silah ve mühimmat yüklü 10 İspanyol savaş gemisine saldıran levendler 319'unu öldürdükleri İspanyolların 781'ini de esir alarak bütün gemileri mühimmatıyla birlikte ele geçirdiler. Çok zekice bir savaş hilesine başvuran Barbaros bu 10 gemiye Katalan Bayrakları'nı çektirerek 500 levendle Becaye Kalesi'ne yöneldi. Mayorka'dan gelecek bu gemileri beklemekte olan İspanyollar ufukta gemileri görünce yardım geldiğini sanıp sevinç çığlıkları içinde şapkalarını havaya fırlattılar. Kale kapılarını açtıklarında Barbaros'un emriyle hep birden sahile hücum eden levendler "Allah Allah" sesleriyle kaleyi fethettiler. Neye uğradığını şaşıran İspanyollar'dan sağ kalanlar "Mayna Sinyor" diye bağrışarak teslim oldular. Çok stratejik bir kale olan Becaye'nin fethi İspanya'da deprem etkisi yaptı. Elinde fazla esir tutmak istemeyen Barbaros bir süre sonra bütün esirleri İspanyollar'a geri sattı.

Becaye'nin fethinden sonra Türkler'in gücünü gören Araplar ülkenin her yerinden heyetlerle gelmeye başladılar. İspanyol işgalinde büyük acı çeken Cezayir şehri halkının da yardım istemesi üzerine bu şehre 500 leventle yürüyen Oruç Reis şehrin büyük kısmını ele geçirdi. (1516) Cezayir'in ele geçirilmesinden sonra Oruç Reis, Cezayir Sultanı ilan edildi. Cezayir'de yönetimi düzenlemek için kardeşiyle iş bölümü yapan Barbaros Cezayir'in doğu kısmının, Oruç Reis ise batı kısmının idaresini üstüne aldı ve bütün ülkede nüfus ve arazi sayımı yapıldı. Cezayir'i ele geçirerek hızla güç kazanan Barbaros Kardeşler'in gün geçtikçe büyüyen bir tehdit oluşturması sebebiyle telaşa kapılan İspanya bir süre sonra Cezayir Limanı'na 40 gemilik büyük bir çıkarma yaptı. Gece olunca şehir kalesinden gizlice çıkan Oruç Reis 2.000 levendle birlikte İspanyollar'a arkadan bir gece baskını düzenledi. Zifiri karanlık, korkunç bir fırtına ve yağan şiddetli dolu altındaki İspanyollar neye uğradıklarını şaşırıp gemilerdeki askerlerini de indirince birbirlerini öldürmeye başladılar. Bir süre sonra Cezayir Kalesi'nden -Arap, Berberi ve Endülüslülerin de bulunduğu- 2.000 asker daha levendlere yardıma geldi ve sabaha kadar süren çatışmalarda 25.000 İspanyol askeri öldürüldü. Sadece 300 şehidin verildiği bu büyük savaşta İspanyollar'dan 2.700 asker de esir edildi. Oruç Reis'e yardım için Cicel'den hareket eden Barbaros zaferin müjdesini alınca Akdeniz'e açılarak içinde barut, kurşun, kereste, katran, yağ, pirinç ve buğday bulunan 16 düşman gemisini ele geçirip Cezayir Limanı'na girdi.

Barbaros ve Oruç Reis, sadece büyük Avrupa devletleriyle değil kendilerinin Cezayir'e yerleşmesinden rahatsız olan Cezayir, Tunus ve Faslı hükümdar ve hükümdarcıklarla da uğraşmak zorundaydılar. Bu sebeple bahar gelince Barbaros önderliğinde, İspanyol himayesindeki kötü bir Arap emiri tarafından yönetilen Tenes Şehri'ne çıkarma yaptılar. Barbaros'un gemileriyle geldiğini gören Emir, yaklaşık 10.000 İspanyol askeriyle birlikte şehri boşaltıp kaçtı. 500 levendi limanda bırakıp 1.500 levendle kale önlerine gelen Barbaros şiddetli bir savaş beklerken birkaç yüz Tenesli'nin "Hoşgeldiniz" sözleriyle karşılandı. Durumu öğrenir öğrenmez 2.000 askerini kaçan İspanyollar'ın üzerine gönderdi. 2. gün yetişen levendler tüfek ateşinden sonra kılıç ve palalarla giriştikleri İspanyollar'ı -esir aldıkları 350'si ve kaçanlar hariç- baştan sona kırıp geçirdiler. 75 levendin şehit olduğu savaş sonunda en kıdemsiz levende bile 500 altınlık ganimet düştü. Fakat; Barbaros şehrin yönetimi için bir Subaşı tayin edip Cezayir'e döndükten sonra kaçan Tenes Beyi'nin Arap ve İspanyol askerleriyle birlikte tekrar Tenes’i ele geçirdiği haberi ulaştı. Bu duruma çok öfkelen Oruç Reis Cezayir Uleması'nın Tenes Beyi hakkında verdiği "Katli vacip, canı ve malı helaldir" fetvasını yazılı olarak aldıktan sonra Tenes'e gitti. Korkan şehir halkı Tenes Beyi'ni Oruç Reis'e teslim etti. İspanyollarla işbirliği içindeki Bey'in boynunu vurduran Oruç Reis şehir halkından da bağlılık yemini alarak geri döndü.

Cezayir ülkesi'nin en büyük ikinci şehri olan ve sürekli baş ağırtan Tlemsen de İspanyol himayesinde, kötü bir Sultan'ın yönetimindeydi. Fakat huzursuzluğu artan Tlemsen halkı ayaklanarak Sultan'ı kaçırdılar ve Oruç Reis'e bağlılıklarını ilan ettiler. Tlemsenliler'in bu davranışı -böylesi büyük bir şehri savaşsız ele geçiren- Oruç Reis'i çok sevindirirken İspanyollar'ı ise telaşlandırdı. Tlemsen'i, buraya yakın binlerce askerin konuşlandığı çok güçlü bir kale olan Vahran Kalesi'nden yöneten İspanya'nın Afrika'daki en büyük komutanı da bu kalede bulunmaktaydı. Vahran Komutanı kaçan Tlemsen Sultanı'na 20.000 altın göndererek ordu toplayıp şehri geri almasını istedi. Tlemsen önlerinde 2.000 levendin 10.000 İspanyol ve Arap'a karşı yaptıkları ve üç buçuk saat süren savaşta 400 esir dışında düşmanın tamamı kılıçtan geçirilerek öldürüldü. (31 Ocak 1518) Aralarında İshak Reis'in de bulunduğu yaklaşık 1.000 şehit veren levendler kışı geçirmek üzere Kal'atü'l Kılâ'da konuşlandılar. Bunu üzerine İspanya Kralı, Vahran'daki (Oran) Valisine savaş emri verince düşman 35.000 askerle kaleyi kuşattı. 3 ay bu büyük kuvvete karşı duran Oruç Reis, bıkan düşmanın anlaşma teklifiyle kaleyi boşaltırken -anlaşma dışı olarak- silahlarının da istenmesine karşı çıkarak 1.000 levendiyle birlikte savaşa savaşa şehri terketti. Rio Salado Irmağı üzerinde kurulu köprüye ulaşan Oruç Reis'in amacı, sağ kalan levendleriyle köprüyü geçerek köprüyü atmaktı. Fakat levendlerinin kendisine "Baba" diye seslendikleri Oruç Reis aç ve susuz durumdaki levendlerin yarısı köprüyü geçemeyince köprüyü atmaya kıyamadı ve kılıcını çekerek düşman denizinin içine daldı. Garcia de Tineo komutasındaki binlerce İspanyol'dan yaklaşık 100'ünün hep birlikte kılıç çekmesiyle şehit edilen Oruç Reis'in başı kesilerek İspanya Kralı'na gönderildi. (10 Ekim 1518) Oruç Reis'in cenazesini almayı başarıp naaşını defneden levendlerden sağ kalan 340'ı kara haberi getirince Barbaros büyük bir üzüntü ile sarsıldı. Ağabeyinin şehit edilmesine duyduğu öfkeyi: "Ah, bütün Frengistan'ı kılıçtan geçirsem kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!" sözleriyle belirten Barbaros, Afrika ve Akdeniz'i düşmanlarına dar etmeye and içti.

Oruç Reis şehit olunca İspanya Kralı Karlos Barbaros'a küstahça bir mektup gönderip, hemen Cezayir'i terk etmesi durumunda canını bağışlama lütfunda bulunacağını söyledi. Barbaros bu mektuba çok ağır bir karşılıkla cevap verince İspanyollar Cezayir'e baharda büyük bir donanma ile çıkarma yaptılar. Kış boyunca buna hazırlık yapmış olan Barbaros, levendleriyle şiddetli bir karşılık vererek 20.000 İspanyol'un çoğunu kılıçtan geçirdi. Yaklaşık 700 İspanyol askeri de "Mayna Sinyor" diye bağrışarak teslim oldular. Kurtulanlar kaçmak üzere 40 kadırgayla hareket ettilerse de kuzey rüzgarıyla çıkan fırtınada kadırgaların 38 tanesi Temnitost Körfezi'nde battı. Gemiler batınca bir kısmı boğulan İspanyol askerlerinden kurtulanlar da tutularak esir edildi. Bir süre sonra sayım yaptırarak 24'ü kaptan olmak üzere 13.000 esiri olduğunu öğrenen Barbaros batan gemilerin mühimmatını denizden çıkarmak için 500 esir görevlendirdi. Yolda zincirlerinden boşalıp isyan çıkaran bu esirler 50 vardiyanı şehit ettiler. Bunun üzerine Barbaros'un emriyle esirlerin üzerine yürüyen levendler 300'ünü öldürdükleri isyancıların teslim olan 200'ünü de ele geçirdiler. Sayıları 36'ya ulaşan esir kaptanların da isyan için çalışma yaptığını tespit eden Barbaros hepsini kırbaçla cezalandırıp ayaklarına pranga vurdurdu. Bu haber İspanya'ya ulaşınca iç baskılardan bunalan Kral büyük tazminat ödemeye mecbur kaldı. Cezayir'e ulaşan İspanyol gemileri 14.000 esirin her biri için 300 akçe fidye ödeyerek esirleri satın aldılar. 36 esir kaptan içinse toplam 3.000.000 akçe fidye teklif ettiler. Esirler için vermek zorunda kalınan ve ülkeyi zarara sokan bu yüklü tazminatlar İspanya Kralı'nın canını çok sıkmaktaydı. Fakat Cezayir Uleması'nın karşı çıkıp, deniz konusunda tecrübeli bu kaptanların düşmana verilmesinin uygun olmadığını -ya hapsedilip veya öldürülmeleri gerektiğini- belirtmesi üzerine kaptanları satmaktan vazgeçen Barbaros 36'sını da öldürtüp cesetlerini denize attırdı. İspanyollar kara haberi alınca 40 gün yas ilan ettiler. Bu gelişme, İspanya Kral'ı üzerindeki baskıların artmasına yol açınca baskıdan kurtulmak isteyen Kral bu kez de cesetleri için 3.000.000 akçe teklif etmek zorunda kaldı. Fakat Barbaros bunu da kabul etmeyerek "Türkler yüklü para için çocuklarını bile satar, nerde kaldı ki esirleri satmasınlar!" diyen İspanyollar'a karşı milletinin onurunu koruyarak, düşmanlarına -yakıp yıkmaktan daha sarsıcı- bir darbe vurdu. Barbaros'un, yeni yapılanmakta olan bir devletin ihtiyaçlarına rağmen bu büyük paraya tenezzül etmemesi aynı zamanda Cezayir halkını da çok etkileyerek Türkler'e olan güvenlerini ve takdirlerini arttırdı.

Oruç Reis'den sonra Cezayir Sultan’ı olan Barbaros, Kuzey Afrika topraklarında Cihan Hakanı'ndan başkası adına hutbe okutulup, sikke basılmasına karşı duyduğu rahatsızlığı Afrika'daki çeşitli Arap Emirlerini kabul ederek kendilerine anlattı. Daha sonra da Hacı Hüseyin Ağa liderliğinde bir heyeti İstanbul'a göndererek ülkesi Cezayir'i Osmanlı Devleti'ne bağlama isteğini bildirdi. Yalı Köşkü'nde Yavuz Sultan Selim tarafından kabul edilen heyet İstanbul'da 41 gün kaldı. Teklifi memnuniyetle kabul eden Yavuz Sultan Selim Barbaros'u Cezayir Beylerbeyliği’ne atadığını belirten Ferman-ı Hümayun'u verdi. (1518) Ayrıca Barbaros'a verilmek üzere Hacı Hüseyin Ağa'ya mücevherli bir kılıç, sırmalı bir hil'at ile "Beylerbeylik Sancağı" teslim edildi. Heyet Cezayir'e müjdeli haberleri getirince merasim düzenlenerek Barbaros'a kılıç kuşatılıp, hil'at giydirildi. Sancaklar çekilip, gece büyük bir ziyafet verilerek, eğlenceler tertip edildi. Artık bir Osmanlı toprağı olan Cezayir'de "sikkeler" Osmanlı Padişahı adına basılmaya, "hutbeler" Osmanlı Padişah'ı adına okutulmaya başlandı.

İspanyollar'ın elindeki -Vahran'a da yakın olan- Cezayir'in Müstağnem şehrine 22 gemiyle çıkarma yaparak burayı fetheden Barbaros, Tlemsen üzerine de 1.000 levent göndererek -5.000 Arap'ın öldüğü savaş sonunda- ihanet içindeki Tlemsen Sultanı Mesut'u tahtan indirip, yerine kardeşi Abdullah'ı başa geçirdi.

Diğer taraftan Barbaros'un Beylerbeyi olmasıyla ülkesinin Osmanlı hesabına elinden alınacağından korkan Tunus Beyi Abdullah Barbaros'u ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu. Kendisi Barbaros ve Oruç Reis'in verdiği beşte bir paylar sayesinde zengin olup, onların geliştirdiği ticaret sayesinde ülkesi refaha kavuştuğu halde bir yandan İspanyollar'la gizli münasebetler kurarken bir yandan da Kuzey Afrika'daki Arap emirlerini Barbaros'un aleyhine kışkırtmaya çalışıyordu. Bu sırada Cezayir Sultanlığı'nda gözü olan İbnü'l-Kaadi'yle yazıştığı mektuplar Barbaros’un eline geçti. Mektupta, Kuzey Afrika'da bir tek Türk bırakmamak üzere ortak hareket edilmesi isteniyordu. Bunun üzerine 12.000 levendiyle Tunus Beyi üzerine yürüyen Barbaros askerlerini dağıttığı Tunus Beyi'ni yakalatıp nasihat ettikten sonra serbest bıraktı. Levendlerini 5-10 gün Tunus'daki muharebe ovasında konaklatıp dinlendiren Barbaros ordusuyla Cezayir'e dönüş yolunda çok sarp bir boğazdan geçerken pusu kurup beklemekte olan İbnü'l-Kaadi'nin yaptığı baskınla kayıplar verdi. Karşılık verilemeyecek derecede dar bir bölge olması sebebiyle 750 levendin şehit olduğu baskın sonrası İbnü'l-Kaadi'nin de propagandasıyla Cezayir'de karışıklıklar çıktı. Türkleri Kuzey Afrika'dan sonsuza dek atmak isteyen İbnü'l-Kaadi 40.000 adamıyla 10.000 levende karşı isyan başlattı. 2.000 levendin şehit olduğu büyük savaşta düşmanın -kaçan 700 askeri hariç- tamamı öldürüldü veya esir edildi. İsyan şiddetle bastırıldıktan sonra yakalanan 185 elebaşı hakkında verilecek karar için Cezayir Uleması'nı toplayan Barbaros, Ulemanın: "Sana ve askerine karşı gelenin cezası ölümdür" hükmünü vermesine rağmen -daha önce İspanyollar'a karşı omuz omuza kendileriyle savaşan- bu asilerin bağışlanmasını teklif etti. Fakat ellerinde kılıçlarla infaz için asilerin başında beklemekte olan 185 levend "Şimdi merhamet ve lütuf zamanı değildir" diyerek hep birlikte kılıçlarını kaldırıp asilerin boyunlarını vurdular. Bu terbiyesizliğe çok kırılan Barbaros -gece gördüğü rüyanın da sevkiyle- leventlerini toplayıp 25 gemiyle ertesi sabah Cezayir'i terk ederek yönetimi Araplar'a bıraktı.

Bölgedeki Araplar'ın Cezayir'i kendi başlarına idare edemeyeceklerini bilmekte olan Barbaros Cezayir kıyısında güzel bir liman şehri olan ve kendine yeni üs olarak seçtiği Cicel'e yerleşti. Burası Oruç Reis'le birlikte ilk fethettikleri yerlerdendi. Barbaros'un Cicel'e yerleşmek için geldiğini duyan yerli halk şenliklerle bayram etti. Ertesi günlerde Cezayir ve Tunus'un her tarafından Arap aşiret reisleri Cicel'e akın ederek Barbaros'a bağlılıklarını bildirdiler. Kısa bir süre sonra gemileriyle seferlerine başlayan Barbaros Sicilya kıyılarına giderek Sicilya Krallığı'nın merkezi olan Palermo'yu bombardıman etti. İçlerinde 40 ambar dolusu buğday, arpa, zeytin, zeytinyağı, peksimet, kereste, bakla, pirinç, kahve, kumaş, bez ve kurşun olan 9 düşman gemisini ele geçirdi. Keresteleri kullanarak Cicel'de büyük kışlalar ve konaklar ile birlikte küçük bir de tersane inşa ettirerek gemi yapımına başladı. Venedik Körfezi'ne gönderdiği leventler, içinde 10.000 duka altını olan 3 düşman gemisini ele geçirdiler. Hızla gelişen ticari hayat sebebiyle Kuzey Afrikalı tacir ve gemi sahipleri Cicel'e akın etmeye başladılar. Kışın gemilerini bakıma alan Barbaros bahar gelince 14 gün boyunca kıyılarında dolaştığı Ceneviz Körfezi'nde 21 düşman gemisini ele geçirip Cicel'e gönderdi. Messina Boğazı'na geçerek geldiği Venedik Körfezi'nde ise Sinan Reis'in gemileriyle karşılaşıp yanına alarak 9 düşman gemisi daha ele geçirdi. Bu arada Kurdoğlu Reis de içinde 10.000 duka altını olan bir gemiyle -hemen hemen her hafta birkaç düşman gemisinin getirildiği- Cicel'e yanaştı.

Barbaros'un ülkeyi terk etmesinden sonra İbnü'l-Kaadi yönetimine geçen Cezayir halkı da kısa zamanda Barbaros'un kıymetini anlayarak heyetler halinde kendisine gidip ülkenin başına geri dönmesi için ikna çalışmalarına başladılar. Barbaros Cezayir'i terkedeli aradan 3 yıl geçmişti. Şehirde ticari hayat durmuş, asayiş ve huzur kalmamıştı. İbnü'l-Kaadi'nin nüfuzu gün geçtikçe azalıyor ve halkın desteği her geçen gün eriyordu. Cezayir'de, gözler yollara dikilmiş, Barbaros bekleniyordu. Sayıları artan heyetlerin ısrarları, son noktaya ulaşınca Cezayir yolunun artık her şeyiyle açıldığını gören Barbaros bahar gelince 12.000 levendle Cezayir'e yürüyüşü başlattı. Yol boyunca binlerce atlı Bedevi de Barbaros'un ordusuna katıldı. Nihayet Cezayir önlerinde sabah başlayan ve akşama kadar süren savaşta İbnü'l-Kaadi bir Arap aşiret reisinin attığı mızrakla öldürüldü. İbnü'l-Kaadi ölünce, askerleri derhal silahlarını atarak teslim oldular. Barbaros hepsini affederek serbest bıraktı. Daha önce Barbaros'a karşı gelip Cezayir'i terk etmesine yol açan 185 levend ise Barbaros'un liderliğinde gözü olan ve savaşta İbnü'l-Kaadi'yle güç birliği yapan Kara Hasan'ın askeri olmuşlardı. Fakat hatalarını anlayan ve geri dönmek isteyen levendler Kara Hasan'ı öldürerek, kendilerini affetmesi ricasıyla Barbaros'a gidip teslim oldular. Barbaros bunları affetmekte bir kaç sakınca bulmasına rağmen hatalarını anlayıp pişmanlıkla kıvranan bu 185 levendi de affederek bütün orduyu sevindirdi. Kendilerine yapılan iyiliği boşa çıkarmayan levendler hatalarını unutturarak Barbaros'a tam itaat gösterdiler. Bir saatlik yürüyüşün ardından Cezayir halkının büyük tezahüratları altında ordusuyla şehre giren Barbaros düzeni sağlayıp Cezayir'e yerleştikten sonra asi olan Tlemsen Beyi Abdullah'ın üzerine yürüyerek boynunu vurdurdu ve yerine oğlu Muhammed'i başa geçirdi. (1523) Ardından 35 parçalık donanmasını Sinan Reis önderliğinde küçük filolar halinde sefere göndererek bol miktarda ganimet ve gemi ele geçirdi. Ele geçirilen ganimetler, artan nüfus ve canlanan ticari hayatla kısa zamanda zenginleşen Cezayir "Türklerin Hindistan"ı diye anılmaya başlanmıştı.

Cezayir'in alınmasından sonra, Cezayir sahilinin 300 metre açığında, sarp kayalıklardan oluşan küçük bir adacık üzerinde İspanyollar tarafından kurulmuş güçlü bir kale olan Penon'a (Sen Pavlo) harekât kararı verildi. Sırf zevk için bu kaleden şehri top ateşine tutarak cami minarelerini yıkan ve Cezayir halkına zulmeden İspanyol askerleri Cezayir'in Türkler'in eline geçmesinden sonra ise buna cesaret edemiyorlardı. Barbaros bunların varlıklarını umursamamasına rağmen limana bu kadar yakın bir yerde konuşlanmalarını da tedbire uygun görmediği için kale kumandanı Don Martin'den bölgeyi terkedip, çekip gitmelerini istedi. İspanyolların bunu reddetmesi üzerine 20 gün gece gündüz bombalanan güçlü kale kısa bir süre içinde zaptedildi. 800'ü ölen düşman askerlerinden sağ kalan 400'ü de esir edildi. (1525) Kaleye çıkan Barbaros çok sayıda cami minaresi yıkıp bir çok müezzinin de kellesini uçuran İspanyol Topçubaşı'yı huzuruna getirtip "Bre kafir! Keskin nişancı imişsin! Bir gülle ile bir minare yıkarmışsın. Gör şimdi top atışı nasıl olurmuş!" diyerek topa koydurduğu topçubaşıyı gülle gibi denize attırdı. Kalenin beden başlarında ezan okunarak 7 gün 7 gece şenlikler yapıldı. Ardından Cezayir mahzenlerindeki 30.000 esirini kullanarak kaleyi tamamen yıktırtan Barbaros çıkan taşlarla da adayı sahilden ayıran denizi doldurtarak gemilerin sığınabileceği güzel bir liman inşa ettirdi. Birkaç gün sonra kaleye silah ve mühimmat getiren fakat kalenin yıkılması ve adanın şehirle birleşmesi yüzünden yanlış yere geldiklerini zanneden, fetihten habersiz 10 gemilik İspanyol savaş filosu içindeki cephanelikle birlikte ele geçirildi. Askerlerin çoğu kılıçtan geçirilirken teslim olan 355'i de esir alındı. İspanyollar'ın uzun yıllardır stratejik ve kuvvetli bir noktası olan ve aynı zamanda kendilerine büyük prestij sağlayan Penon Kalesi'nin kaybedilmesine çok öfkelenen İspanya Kralı haberi getiren askeri, -kılıcını saplayarak- öldürdü. Cezayir Penon'unun böylece yok edilmesi -Amiral Jurien Graviere'nin ifadesiyle- İspanya için sürekli bir endişe kaynağı ve büyük bir zarar olmuştu.

Aynı yıl Barbaros'un, Aydın Reis önderliğinde 10 gemiyle sefere gönderdiği levendler, Septe Boğazı'nda 5 düşman gemisi ele geçirdikten sonra Güney İspanya kıyılarındaki bütün şehir ve kasabaları topa tutarak bol miktarda esir ve ganimet ele geçirdiler. Ardından kıyılardan topladıkları binlerce Endülüslü'yü İspanyol zulmünden kurtarmak için gemilere bindirdiler. Bunu haber alan İspanya Kralı Karlos en büyük amirallerinden Portondo'yu büyük bir filoyla "Şeytandöven" adını verdikleri Aydın Reis'in üzerine gönderdi. Bu sırada Kazdağlı Salih Reis'le tanışan Aydın Reis savaşı rahat yapabilmek için çoğu kadın ve çocukdan oluşan ve korku içinde ağlaşmaya başlayan Endülüslüleri kıyıya boşalttı. Çok zalim ve gaddar biri olan Amiral Portondo ile şiddetli bir savaşa tutuşan Aydın ve Salih Reis, savaş sonunda -Portondo ve kaptanları dahil- İspanyol askerlerinin çoğunu öldürüp, sağ kalan 375'ini de esir ettiler. Kıyıda heyecanla bu büyük deniz savaşını izleyen Endülüslüler zaferden sonra sevinç içinde tekrar gemilere bindiler. Cezayir'e ulaştıklarında Barbaros tarafından karşılanan Aydın Reis; donanma komutanlığına, Kazdağlı Salih Reis ise donanma komutanlığı yardımcılığına getirildi. Daha sonra Barbaros 10 gemilik bir filoyu Venedik altın yaldızıyla kaplattırarak Padişah'a sunulacak hediyeler ve 300 seçilmiş esiri Aydın Reis'le İstanbul'a gönderdi. Çok uzak mesafeden haşmetli bir şekilde parlayan gemiler binlerce İstanbullu'nun sevinç gösterileri arasında limana girdiler. Yavuz Sultan Selim'e hediyelerini sunan heyet Cezayir'deki durumu kendisine anlattıktan sonra Padişah'ın verdiği hediyeler, cephane ve mühimmatla gemilerini tıka basa doldurup kuru sıkı top atışıyla kendisini selamladıktan sonra 1 ay kaldıkları İstanbul'dan hareket ettiler. Yol boyunca Avlonya, Ülgün, Diraç, Venedik Körfezi, Kabo, Santamariya, Kalevra, Papalık, Sardunya ve Mayorka'yı vurarak ele geçirdikleri 15 düşman gemisi ile birlikte bol miktarda esir ve ganimet alarak Cezayir'e döndüler. Padişah'ın gönderdiği Hil'at-i Fâhire'yi 3 gün üzerinde taşıyan Barbaros, bu 3 gün boyunca büyük eğlenceler tertip ettirip ziyafetler verdi.

İslam Dünyası'nda sevinçle karşılanan bu zaferler, Hristiyan Avrupa'yı mateme ve öfkeye boğuyordu. Barbaros'a beddualar yağdıran rahiplerin gönderdikleri şikayet mektupları ve bizzat gelen şikayetçilerin verdiği kara haberler, o sırada Almanya, İtalya, Hollanda ve İspanya tahtlarına sahip olan İmparator Şarlken'i bir meclis toplamaya mecbur etti. Amiral ve komutanlarının katıldığı toplantıda "Krallar içinde maskara oldum" diyerek hiçbirinin Barbaros'la başa çıkamadığından şikayet eden Kral, Avrupa'nın en iyi kaptanı Andrea Doria'yı, -Barbaros'u yakalayıp öldüreceği sözünü vermesi üzerine- bu işle görevlendirdi. Akdeniz ülkelerinin tümünde casusları bulunan ve bu sayede Avrupa'da olup biten bütün gelişmelerden haberdar olan Barbaros, esir ettiği kaptan, komutan, vali, rahip ve sanatçıları yanına çağırtarak bir arkadaş gibi sohbet etmekte ve onlardan önemli bilgiler edinmekteydi. Hatta bazen Avrupa'da bile kimsenin bilmediği saray sırlarını bu şekilde öğrenmekteydi. Böylece İspanya Kralı'nın düzenlediği toplantının ayrıntılarının da Barbaros'a ulaşması uzun sürmedi.


Barbaros'u esir almak hülyasıyla 20 İspanyol ve 10 Ceneviz gemisiyle yola çıkan Andrea Doria Kral'a verdiği söze rağmen, Cezayir üzerine gitmeye cesaret edemeyerek birkaç yüz levend tarafından korunan Şirşel Limanı'nı bastı. Leventler, Doria'yı görünce kaleye kapandılar. Doria'nın askerleri limanı ve şehri yağmaya koyulunca durumdan faydalanıp kaleden çıkan levendler şehre dağılmış düşmanı kılıçtan geçirmeye başladılar. Türkler'in korkudan kaleye sığındığını sanan ve böyle bir hareket beklemeyen Doria, çareyi askerleriyle birlikte gemilerine atlamakta buldu. Fakat geride yüzlerce ölü ve 1.700 esir bıraktı. Andrea Doria'yı aramak için Cezayir'den hareket etmiş olan Barbaros ise gece gördüğü rüyada: "Aradığın mel'un Şirşel tarafındadır. Gayet bozgun haldedir. Fırsat senindir" müjdesini alınca derhal Şirşel'e giderek kaçmak üzere olan düşmanla şiddetli bir savaşa tutuştu. Düşman gemilerindeki kürekçi müslümanlar da "Allah Allah" sesleriyle zincirlerinden boşalıp Barbaros'a yardım etmeye başlayınca Andrea Doria 20 gemisiyle ele geçirildi. Savaşta 350 levend de şehit oldu. Kıyıya çıkan Barbaros yaptığı sayımda toplam 2.200 müslüman esirin kurtarılıp 1.900 düşman askerin esir edildiğini tespit etti. Sonra Cezayir'e dönerek Aydın Reis'i 40 gemilik güçlü bir filoyla seferi tamamlaması için İspanya üzerine gönderdi. Mayorka Adası ve İspanya'nın Akdeniz sahillerini vuran levendler 15 gemi, 3.000 esir ve bol miktarda ganimet ele geçirdiler. Ayrıca Barselona yakınlarında Kralların her yıl ziyaret ettikleri -siyasi bir niteliği olan- İspanya'nın en önemli Manastır'ını basarak Cezayir'e döndüler. Kötü haberler kendisine ulaşan İspanya Kralı intihar girişiminde bulunduysa da papazlar buna engel olup Kralı teskin ettiler. Bu olaydan sonra yeniden bir donanma kurma çalışmalarına başlayan İspanya Kralı Cezayir üzerine bizzat gidip Barbaros'u öldürerek etini yeme yemini etti. Barbaros Hayreddin Paşa Aydın Reis önderliğinde 15 gemiyi seçilmiş 500 esir ve ağır hediyelerle birlikte yeni Padişah olan Kanuni Sultan Süleyman'ı ziyarete gönderdi. İstanbul'da 1 ay kalan heyet Padişah'ın verdiği hediyelerle sancak, hil'at ve hatt-ı hümayun'u teslim alarak Sarayburnu'ndan hareket etti. Dönüş yolunda Kalevre kıyısını basıp 700 esir alan levendler Mayorka'ya kadar vura vura geldikleri düşman yakasında 27 gemi ele geçirerek Cezayir'e ulaştılar. Büyük Divan toplayan Barbaros gaziler, ulema, eşraf ve halkın huzurunda hatt-ı hümayûn'u okutup hil'at giydi. İspanya Barbaros'u yok etmek için yapımına başladığı 40 gemiyi hazır ettiği sıralarda Macar Kralı Layoş, Kanuni Sultan Süleyman'a karşı İspanya Kralı'ndan yardım talep edince hazırlanan kuvvetler Macaristan'a kaydırıldı. Fakat Barbaros'un bunu fırsat bilerek ülkeyi yakıp yıkacağından endişe eden İspanya Kralı, Tlemsen Beyi'ni Barbaros aleyhine kışkırtarak Barbaros'u bu işle meşgul etmek istedi. Barbaros asi olan Tlemsen Beyi'nin üzerine yürüyüp hizaya getirirken Deli Mehmed Reis'i de 40 gemiyle Akdeniz seferine gönderdi. Yolda 35 gemiden oluşan yeni hazırlanmış İspanyol Donanması'na raslayan levendler girdikleri kanlı çatışmalar sonunda 6'sı kaçan düşman gemilerinden 29'unu ele geçirdiler. Bu büyük Türk zaferi, Barselona'da haber kendisine ulaşan Şarlken'de büyük bir üzüntüye sebep oldu. Bu zaferden cesaret alan Endülüslüler de İspanyollar'a karşı ayaklandılar. Dağlardan inen 80.000 Endülüslü, İspanyolların büyük ordularını perişan etti. Barbaros İspanya'da başlayan Endülüs ayaklanmasını haber alır almaz Deli Mehmed Reis'i 36 gemiyle destek için gönderdi. Bu; Endülüslüleri kurtarmak için yardıma giden 21. Türk Donanması'ydı. Barbaros ve levendleri yaptıkları 21 Endülüs seferinde 70.000 Endülüslü'yü İspanyol zulmünden kurtarıp Kuzey Afrika'ya taşıdılar. Bu arada esir durumundaki Andrea Doria fidye ile serbest bırakılarak İspanyollar'a teslim edildi. İspanya yakasına ulaşan Andrea Doria yeniden İspanya donanma komutanlığına getirildi.

Kanuni Sultan Süleyman da Osmanlı Donanma komutanlığına getirmek için Barbaros'u İstanbul'a çağırınca, Cezayir'i Hasan Reis'in idaresine bırakan Barbaros 20 kadırga ile hareket etti. Yolda, Tunus'dan kaçmış olan 1 gemideki 300 esiri -kaçarken çaldıkları mallarla birlikte- Trapane Körfezi'nde ele geçirdi. Buradan Preveze'ye geçip, 3 gün kaldıktan sonra beraberindeki 19 büyük Reisiyle birlikte 27 Aralık 1533 günü İstanbul'a vardı. Kışa rağmen kıyılara doluşmuş yaklaşık 200.000 İstanbullu'nun sevinç gösterileri arasında Galata önüne demir atarak maiyetiyle birlikte karaya çıktı. Düzenlenen muhteşem bir zafer alayıyla Topkapı Sarayı'na gitti ve bir gün sonra Padişah tarafından huzura kabul edildi. Padişah, Divan-ı Hümayun'u toplayarak bütün vezirlerin huzurunda Barbaros Hayreddin Paşa'yı dünyanın en büyük donanmasının başına geçirerek Kaptan-ı Derya’lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığına) atadı. (6 Nisan 1534) Barbaros'un Osmanlı Devleti'nin Kaptan-ı Derya’lığına atanması İspanya'da büyük korkuya sebep oldu. 1534'ün Ağustos'unda 80 parça gemi ve 8.000 savaşçıdan oluşan donanması ile Akdeniz'e açılan Barbaros Messina Boğazı'nın İtalya yakasındaki Reggio Limanı ile Sicilya Adası yakasındaki Messina Limanı'nı ele geçirdi. Zengin bir kale olan Arçile'yi yağma etti. Santa Luka, Sidraro, Fondi ve İsperlonga şehir ve kalelerini zapt ve tahrip etti. Toplam 18 kale fetheden Barbaros, kale anahtarlarını, 16.000 esir ve 425 sandık ganimet eşyasını 40 kadırgayla İstanbul’a gönderdi. İtalya'nın güney sahillerini vurup Sardunya Adası'na çıkarak büyük savaşlar yaptı.

Haçlılar üzerinde yeteri kadar korku uyandırdıktan sonra korsanlığa ilk başladığı yer olan Tunus üzerine yürüdü. Asi Tunus Beyi tacı-tahtı bırakıp çöllere kaçtı. Halk-ül Va'd Kalesi de dahil bütün ülkeyi ele geçirdi. (22 Ağustos 1534) Bunun üzerine Tunus Beyi İspanya Kralı'ndan yardım istedi. Kışı hazırlık yaparak geçiren Barbaros bazı gemilerini Batı Akdeniz’deki İspanyol ülkelerini vurmaya gönderdi. Sardunya kıyılarına gönderdiği bir filo 12.000 duka altını, 475 seçkin esir ve birçok ganimetle geri döndü. Sonunda İspanyol Kuvvetleri Kral Karlos’un bizzat başında bulunduğu büyük bir donanmayla Tunus önlerinde göründü. (1535) 300 gemilik donanma, Kral Karlos’un liderliğinde İspanya, Almanya, Napoli, Ceneviz, Malta ve Hollanda'dan gelen on binlerce askerden oluşmaktaydı. Savaş Halk-ül Va'd'de başladı. Sinan Reis'in liderliğinde Halk-ül Va'd Kalesi'nden düşmana karşı yapılan 3 harekatta toplam 6.000 düşman askeri öldürüldü. Ölenler arasında İspanya'nın en önemli komutanlarından Sarno Dukası ve Mondeia Markisi de bulunmaktaydı. İstanbul'dan Donanmay-ı Hümayun'un yardıma yetişip iki ateş arasında kalmaktan endişe eden Kral ve Andrea Doria Halk-ül Va'd'i düşürmek için büyük zayiatı göze alıyorlardı. 1 haftalık bir gecikmeyle Tunus Beyi Mevlay Hasan da 60.000 atlı ile İspanya Kralı'na katıldı. Halk-ül Va'd Kalesi bu büyük kuşatmaya 1 ay dayandıktan sonra düşünce, levendlerden sağ kalanlar Sinan Reis'le beraber Tunus'a gittiler. Levendlerin ardından İspanyollar da Mevlay Hasan'la birlikte Tunus'a gelince gönüllü yerli askerler ihanet ederek Barbaros'dan ayrıldılar. Bu arada mahzenlerdeki 10.000 Hristiyan esir de zincirlerinden boşalıp serbest kaldılar. Onbinlerce düşmanın kılıçtan geçirildiği şehirde ayaklanmalar da baş gösterince 15.000'den fazla levendin şehit olduğu büyük savaş sonrası öcünü alma sözü veren Barbaros Tunus hazinesinin değerli parçalarını yanına aldırdı ve kalan 7.200 levendiyle korkunç bir yarma harekatı yaparak çekilmeye başladı. (21 Temmuz 1535) Düşmanların kalbini titreten "Allah Allah" sadalarıyla yeri göğü inleterek Sicilya’nın güneybatısındaki Bâbüzzünnap Limanı'na geldiler. Burada kendilerini bekleyen 14 kadırgaya ulaştıklarında büyük denizci Aydın Reis boğularak şehit oldu. Yarma harekatında levendlerin yarıya yakını da şehit olduklarından, Barbaros'la beraber ancak birkaç bin levend sağ kalmıştı. Tunus'a giren Haçlı ordusu Barbaros'u ele geçirememenin öfkesiyle şehri günlerce yağma ederek 30.000 Tunuslu'yu katletti, 10.000 kadın ve çocuğu da esir aldı. Camiler, medreseler, türbeler tahrip edildi. Saraylar yağmalandı. Kütüphanelerdeki on binlerce el yazması kitap yakıldı. En nadir sanat eserleri yok edildi. Tunus çevresi İspanyol himayesinde, yine Hafsîler'in eline düşerken ülkenin güneyi ve bütün doğu kıyıları ise hâlâ Barbaros'un elinde bulunmaktaydı.

Verdiği büyük kayıplara içi yanan Barbaros Bâbüzzünnap halkının iltifatlarıyla kışı burada geçirdikten sonra baharda Sebte Boğazı’ndan Okyanus’a açılıp Portekiz’in güneyindeki Faro önlerinde Hindistan’dan dönmekte olan ve hayatında ele geçirdiği en zengin ganimetle yüklü bir Portekiz gemisini, içindeki 76 top, 300 tayfa, 36.000 altın, 200 kilo altın tozu ve çok sayıda değerli eşya ile birlikte kolayca ele geçirerek halkın sevgi gösterileri arasında Cezayir'e girdi. Bir süre sonra 21 gemilik bir donanma ile denizlere açılarak İspanya kıyılarına baskınlar yapan Barbaros Hayreddin Paşa Minorka ve Mayorka'yı basıp Palma kalesi ve şehrini yağmaladı. Ardından Tunus'un işgalinde görev almış ve içinde Tunus'daki savaşta esir edilmiş 700 levendin de bulunduğu 12 İspanyol gemisini Porto Magon Limanı'nda ele geçirdi. Karşısında 700 levendini görünce yaşadığı büyük sevinci "İspanya'yı alsaydım bu kadar sevinmezdim" diye ifade eden Barbaros tacını göklere atarak şükür secdesine kapandı. Yola çıkan gemilerde levendlerine büyük ziyafetler veren Barbaros ele geçirdiği toplam 5.500 esirle birlikte Cezayir'e döndü. "Tunus'u alıp Barbaros'u kaçırdım" edasıyla her yıl düzenlenen "Papa huzurunda günah çıkarma merasimi" için gurur ve gösterişle Rumpapa'ya giden İspanya Kralı'nın sevinci Hayreddin Paşa'nın bu yeni darbeleriyle kursağında kaldı. Haber kendisine ulaşınca, Krala Taç giydirmekten vaz geçen Papa "Barbaros'un Tunus'dan giderken hazineyi de götürmesi sebebiyle kuru kuruya Tunus'un alınmasının bir başarı olmadığını, ancak Barbaros'un başının kesilip Cezayir'in alınması durumunda" azizlerin Taç giydirilmesine müsaade ettiklerini söyleyerek Kral'ı hüsran içinde geri gönderdi.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Barbaros'u İstanbul'a çağıran emri Cezayir'e ulaşınca 3 gün büyük ziyafetler veren Barbaros yerine Hasan Reis'i tayin edip, donanması ve tıka basa dolu devlet hazinesiyle birlikte ülkeyi kendisine teslim etti. Levendlerine ve halkına nasihatlarda bulunduktan sonra som sırmalı sancaklar çektirdiği güneş altında parıldayan altın yaldızlı gemilerine binerek Cezayir'den İstanbul'a hareket etti. Bu Barbaros'un Cezayir'i son görüşüydü. Koca Reis gemisi hareket edince geriye dönüp yaşlı gözlerle Cezayir'i seyrederek: "Yürü koca Sultan Cezayir! Seni gayri son görüşümüzdür. Kendi isteğimle olaydı, bir saat senden ayrılmazdım. Cihad yurdu sensin, serhadlerin sonu sensin. Dilerim Allah'dan kıyamete kadar nâm ü şânın dillerde destan olsun. Düşmanların senden kanlar kuşansın, denizde ve karada cümlesinin üzerine muzaffer olasın!" diye dua edip ağlaya ağlaya Cezayir'den uzaklaştı. 19. gün İstanbul'a ulaşan Barbaros Padişah'ın huzuruna çıktı. Sultan Süleyman'ın "Mücahit Lalam" diye kendisini onurlandırdığı Barbaros karşılaştığı iltifatların ardından baş başa kaldıkları bir mecliste son olayları ve yapılacakları Padişah'la görüştükten sonra Tersane Başmühendisi’ni çağırtarak 30 yeni gemi yapılmasını emretti. Bahar gelince de Osmanlı'nın karadan başlattığı Arnavutluk seferinde orduya denizden destek olmak için Padişah'ın emriyle Adriyatik Denizi’ne girdi. Fakat Mustafa ve Hüsrev Paşa haber göndererek Barbaros'dan askerleriyle karaya çıkıp saldırıya karadan destek olmasını istediler. Barbaros ise donanma askerinin karaya çıkmasının deniz usullerine aykırı olduğunu, ayrıca Padişah'ın kendisini denizde görevlendirdiğini bildirerek teklifi kabul etmedi. Fakat Arnavutlar Venedikliler'e çoktan haber uçurup Barbaros'un karaya çıkacağını ispiyonladılar. Bunu duyan Venedik donanması heyecanla "Şimdi bittin Barbaros" diye derhal harekete geçti. Yaşayacağı zaferin müjdesini uykusunda alan Barbaros uyanıp rüyasını bir hocaefendiye tabir ettirirken ufukta da Venedik Donanması göründü. Kahkahalar ve alaylarla iyice yaklaşan düşmana oyun oynayan Barbaros levendlerin karaya çıktığı izlenimini vermek için gemileri uzun bir süre hareket ettirmedi. Düşman iyice yaklaşınca da hep birlikte sancaklarını çekip, toplarını ateşleyerek düşman gemilerinin içine dalan Türk Donanması 30 gemilik Venedik donanmasından 14'ünü batırıp 16'sını da ele geçirerek şanlı bir şekilde İstanbul'a döndü. Mustafa ve Hüsrev Paşa da hatalarını anlayıp Barbaros'a övgüler yağdırarak bu büyük zafer için Allah'a şükrettiler. Ertesi sabah hatalarının diyetini ödeyerek 35.000 Arnavut'un öldüğü savaş sonunda âsi Arnavutluk'u boyun eğdirip vergiye bağladılar.

Osmanlı Devleti'ne -denizlerdeki üstünlüğünün bir sonucu olarak- dünyanın çeşitli devletlerinden çeşitli gerekçelerle yardım talepleri geliyordu. Bu doğrultuda büyük Hind hükümdarlarından Bahadır Şah da Osmanlı Padişahı'na -Hint Denizi'nden Portekiz gemilerinin temizlenmesi ricasıyla- çok değerli bir hazine gönderdi. Hazineyi İstanbul'a getirmekte olan Salih Reis komutasındaki 20 kadırgaya baskın yaparak ele geçirmek hülyasıyla yola çıkan Andrea Doria, Barbaros'un 40 gemiyle Salih Reis'i korumak için gelmekte olduğunu haber alınca hemen uzaklaşarak ortadan kayboldu. Hazine İstanbul'a sağ salim teslim edildikten sonra Venedikliler’den Syra, Loura, Pathmos, Nio, Stampalie, Egine(Ekin), Paros, Anti-Paros, Tine adaları da dahil toplam 28 ada ve 7 kale fethederek Osmanlı Devleti'ne bağlayan Barbaros, Naxos(Nakşe) adasındaki dukalığı da boyun eğdirip vergiye bağladı. Çerigo (Çuha) Adası ile Girit Adası'nda 80 köy basıp buradaki bazı kalelerle birlikte Kerpe ve Kaşot Adasını da fethederek harekatlarda ele geçirdiği 20.000 esiri İstanbul’a gönderdi. Venedik'in Adalar(Ege) Denizi ile alakasının tamamıyla kesilmesinden sonra başta İspanya, Almanya, Venedik, Ceneviz, Papalık, Floransa, Portekiz ve Malta gemilerinden oluşan "Müttefik Avrupa Donanması" 308’i savaş, 300'ü de yük ve taşıt gemisi olmak üzere toplam 608 gemilik dev bir donanma ile 22 Eylül'de Korfu Adası'nda toplandı. Bütün Avrupa donanmalarının Andrea Doria’nın idaresinde toplandığını haber alan Barbaros 20 kadırgayla Turgut Reis’i keşfe gönderdi ise de onu beklemeyerek Mora’nın güneyinden dolaşıp Modon’a gitti ve durumu bizzat görerek Arta Körfezi’ne girdi. Avrupa donanmalarının bir araya gelerek oluşturduğu ve adeta yüzen bir şehri andıran bu büyük donanmanın kürek çeken onbinlerce forsasından başka 60.000 asker ve 2.500 topu bulunmaktaydı. Gözler daha önce denizlerde böyle büyük bir olaya hiç şahit olmamıştı. Çokluklarına güvenerek savaşı kazanacaklarına kesin gözüyle bakan batılı krallar, hangi Türk ülkesinin kime ait olacağını çoktan kararlaştırmış ve kendi aralarında pay etmişlerdi bile!

Tarihin en büyük deniz savaşı, Andrea Doria komutasındaki "Müttefik Avrupa Donanması"nın harekete geçerek Türkler'in elindeki Preveze Kalesi'ni kuşatmasıyla fiilen başladı. Kale, Arta Körfezi'nin girişine hakim ve kuzeybatı ucunda bunmaktaydı. Preveze Kalesi'ndeki Türk toplarını susturmadan -ki bu çok zor bir işti- hiç bir düşman gemisi Arta Körfezi’ne giremezdi. Bunu gören Andrea Doria, Osmanlı Donanması'nı dışarıya çekebilmek için 25 Eylül 1538'de bir kısım kuvvetlerini ileri sürdü. Kısa süren bir çatışmanın ardından, bu gemilerin geri dönmesinden sonra, Doria, hem Barbaros'u kendisini takibe zorlamak, hem de muhtemel bir fırtınaya karşı Levkas ve Magenisi Adacıkları arasına sığınabilmek için 27 Eylül 1538'de Preveze açıklarına demirledi. Barbaros'un emriyle harekete geçen 122 gemi ve 20.000 askerden oluşan Türk Donanması, tabıl ve nakkareler çalıp, Preveze boğazından şanlı bir şekilde çıkarak Haçlı donanmasına meydan okudu. 6 mil açıldıktan sonra hilal şeklinde dizilerek savaş düzenini alan Türk gemileri başlarında bulunan üçer topu ateşleyerek düşmana saldırdılar. Şaşkına dönan Andrea Doria yanlış bir manevrayla donanmasını zor duruma sokunca Barbaros hemen 40 gemilik bir filoyu ileri sürüp, Haçlı donanmasını ikiye bölmek istedi. Tehlikeli gidişatı gören Doria donanmasını derhal Korfu istikametine çekti. Karanlık bastırınca düşmanı izleyemeyen Türk donanması da Preveze önlerinde mevzilendi. Barbaros gece yarısı Reisleri ile savaş düzenini görüşmek üzere Harp Divanı’nı topladı. Harp Divanı'nda bütün reisler, Barbaros'un tabiriyle Turgut Reis gibi en cüretkarları ve Salih Reis gibi en zekileri bile bu kadar üstün düşmanla savaşılamayacağını, düşman çekilip gidene kadar körfezde kalınmasını istediler. Barbaros Hayreddin Paşa bu fikre katılmadı, çünkü düşman gemilerinin, sayıca çok ve bazılarının çok büyük olmasına rağmen, kendi gemilerinin çevikliği ve levendlerinin gözüpek oluşuna güvendiği gibi, müttefik filosunun birbirinin dilinden bile anlamayan, aralarında disiplin ve beraberliğin sağlanamadığı personelden kurulu olduğunu da biliyordu. Ona göre, Andrea Doria, donanmasının bir kanadına bile hakim değildi. Türk donanmasının bir diğer üstün tarafı da, toplarının daha uzun menzilli olmasıydı.

En ince detaya kadar her şeyi gözden geçiren Barbaros, kararını vererek donanmasını gece yarısından sonra harekete geçirdi. Sabahın ilk ışıkları etrafı aydınlatırken Türkler'in gelmekte olduğunu gören Haçlı donanması, Barbaros'un bu büyük kuvvete rağmen gösterdiği cüret ve cesarete şaşırıp, korkuya kapıldı. Derhal harp meclisini toplayan Doria hücum etmeye taraftar olmamasına rağmen filo komutanlarının karşı çıkmaları üzerine savaşa mecbur kalarak, donanmasını Preveze üzerine harekete geçirdi. Barbaros Hayreddin Paşa ortasında ve başında bulunduğu donanmasını hilal şeklinde dizdirerek savaş düzenine geçti. Orta kanatta Sinan Reis, Cafer Reis ve Şaban Reis, sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta da Seydi Ali Reis bulunuyordu. Arka tarafında bulunan filoya ise Turgut Reis komuta ediyor, Murat Reis, Güzelce Mehmet Reis ve Sadık Reis de bu filoda bulunuyordu. Osmanlı gemilerinin tek hat halinde dizilmesine rağmen, müttefik gemileri büyüklüklerine göre arka arkaya üç hat halinde dizilmişlerdi. Bu hattın ilki büyük kalyonlar ve karakalardan, ikincisi kadırgalardan, üçüncüsü de küçük gemilerden meydana geliyordu. Öndeki kalyon ve karakalardan kurulu ağır filo bir çeşit siper görevi görüyordu. Andrea Doria birinci saftaki bu büyük gemileri kendisine siper alıp savaşı ikinci safta yönetiyordu. Haçlı donanmasındaki İspanya-Portekiz kalyonlarına Franco Doria, Venedik kalyonlarına Alessandro Condalmiero, Venedik kadırgalarına Vincenzo Capello ve Papalık filosuna Aquilea Patriği Marco Grimani komuta ediyordu. Amiral gemisinde ise Kara Kuvvetleri Komutanı General Fernando de Gonzaga bulunuyodu.

Preveze açıklarında her iki tarafın donanması kendi savaş düzenleri içinde birbirlerine doğru yaklaşırken, kuzeyden çok sert bir şekilde esen rüzgar Türk donanmasının aleyhine cereyan ediyordu. Rüzgar, Haçlı Donanması'nın arkasından kuvvetle eserken Osmanlı Donanması'na adım atma fırsatı vermiyordu. Ters esen rüzgar sebebiyle donanmanın moralinin sarsıldığını gören Barbaros iki ayet yazdırıp gemisinin iki tarafına bıraktı ve az sonra da rüzgar dinerek Türk Donanması lehine esmeye başladı. Rüzgarın ters dönmesiyle yalnız yelkenle hareket edebilen Haçlı Donanması'nın ön saftaki ağır gemileri hareketsiz kalınca Andrea Doria, öndeki büyük gemilerden şiddetli bir top ateşine başladı. Fakat kalyonlardaki büyük topların menzili kısa olduğundan, bütün mermiler denize düşüyordu. Barbaros da hücum emri verince Türk Donanması boru, nakkare ve askerin "Allah Allah" sesleri arasında ihtişamla ilerlemeye başladı ve uzun menzilli toplarıyla düşmanın büyük gemilerini delik deşik etti. Arka saftaki düşman kadırgaları Andrea Doria komutasında ileri çıktıysa da dayanamayıp kalyonların gerisine çekildiler. Düşmanın çevirme hareketleri, Türk Donanması'nın gayet seri ve yerinde yaptığı manevralar sebebiyle işe yaramadı. Yaşanan çatışmaların ardından Haçlı gemilerinde kumanda birliği kalmayınca Barbaros, ihtiyattaki Turgut Reis'e düşmanın arkasını çevirme emrini verdi. İki ateş arasında kalıp kayıpları artan Andrea Doria, kaçmaktan başka çare bulamadı. Akşam karanlığı basarken, takipten kurtulmak için bütün gemilerin fenerlerini söndürttü. İki taraftan toplam 120.000 kişinin katıldığı savaş sonunda 30.000 mürettebatı ölen düşman gemilerinden 128 tanesi batırılırken, 29'u da 2.775 personeliyle birlikte esir edildi. Hiçbir gemisini kaybetmeyen Türk donanmasının kaybı ise 400 şehit ve 800 yaralıdan ibaretti. (Preveze Zaferi 27 Eylül 1538)

Birleşik Avrupa donanmalarına karşı kazanılan dünya tarihinin bu en görkemli deniz zaferinin müjdesi İstanbul'a ulaşınca Fetihname'yi dîvânla birlikte ayakta dinleyen Kanuni Sultan Süleyman, dört bir yana fetihnameler yollatarak üzerinde güneşin batmadığı bütün ülkelerinde -zaferin şerefine- şenlikler yapılmasını emretti. Donanmay-ı Hümayûn’la muzaffer bir şekilde İstanbul'a ulaşan Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa hususi bir mecliste günlerce padişahla baş başa kalarak zaferin ayrıntılarını kendilerine anlattı.


Preveze zaferinden bir yıl sonra Barbaros'un yardımcısı Hasan Reis ile Turgut Reis, Nova Kalesi'ni alarak Venedik'i barış yapmaya zorladılar. Birçok adasını ve kalesini Osmanlı'ya bırakan Venedik ayrıca 300.000 altınlık ağır bir de tazminat ödemek zorunda kaldı. Böylece Akdeniz'deki düşman varlığı bitirilmiş ve Osmanlı hakimiyeti tamamlanmış oldu. Bu arada Hasan Reis önderliğindeki levendlerin Cebelitarık Kalesi'ni ele geçirerek Cezayir'deki Türk sınırını İspanya topraklarının burnunun dibine kadar yaklaştırmasıyla çılgına dönen İspanyollar Cezayir'e çıkarma yapmak için hazırlıklara başladılar. Çıkış yolu bulamayan İmparator Şarlken, Barbaros'u bütün Kuzey Afrika topraklarının hükümdarı olarak tanımak ve yıllık vergi vermek vaadiyle Padişah'a karşı ihanete teşvik etti. Tükenmişliğin ifadesi ve çaresizliğin son noktası olan bu gülünç teklifin Barbaros tarafından yüzsüz yüzlerine çarpılarak şiddetle reddedilmesi üzerine Preveze'nin intikamını almak için 1541 yılında bizzat İmparator Şarlken komutasında, Andrea Doria ile birlikte İspanyol, Alman, İtalyan, Flaman ve Maltalı asilzadelerinin en büyükleri, 36.230 savaşçı ve 4.000 safkan süvari atdan oluşan 516 gemilik Birleşik Avrupa Donanması'yla Cezayir önlerine geldiler. 1.000'i Türk olmak üzere toplam 9.000 askeri bulunan Barbaros'un vekili Hasan Reis işi sabaha bırakmayarak düşman üzerine bir gece baskını düzenledi. Yağan yumurta büyüklüğünde dolu, yağmur ve fırtınayla beraber kalkan kılıçlarla Cezayir sahilleri kilometrelerce binlerce ceset, hayvan leşleri ve parçalanmış gemi enkazları ile doldu. Düşmanın birbirini çiğneyip kaçıştığını görerek cesaretlenen yerli Arap halktan binlercesi de savaşa katılmıştı. Boğulan, öldürülen ve esir edilen düşman sayısı 20.000'i buldu. (24 Ekim 1541) Haçlılar, en küçük ağırlıklarını bile gemilerine bindiremeden kaçtıklarından elde edilen bu ganimetlerle Cezayir kat kat daha zenginleşti. Generaller, amiraller, dukalar, prensler, kontlar, şövalyeler ve Cezayir’in fethini görmek için gelen Avrupa saraylarının en asil kadın ve kızları esir edildi. İspanya ve İtalya limanları, Türk Kılıçları'ndan geriye kalan haçlı artıklarıyla dolup taştıkça iyi haber yüzü görmeyen Avrupa bir kez daha buhranla sarsıldı. Avrupa'nın yarısına sahip, dünyanın en büyük hristiyan devleti İspanya'nın İmparatoru Şarlken, bir avuç levendin koruduğu Cezayir’den kaçarken, başındaki tâcı fırlatıp denize attı ve Barbaros'u yenmek bir tarafa, onun bir tek Reis'ini bile mağlup edememenin verdiği eziklik ve utançla, başı eğik ülkesine geri döndü.
Yazının devamına ve orjinaline ulaşmak için Barbaros.biz

Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye yaptığı nasihat

"Oğul! Biricik vasiyetim şudur: Bilmediğini ehlinden sorup öğren! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbal ve yumuşaklık göster. Cahil, eğlenceye düşkün, Allahtan korkmayan, merhametsiz, tecrübe edilmemiş kimselere devlet işlerini verme! Zira, Yaradan'ından korkmayan bir kimse, yarattıklarından da çekinmez.

Zulümden ve hangisi olursa olsun bid'atden, son derece uzak dur! Seni zulüm ve bid'ate teşvik edip sürükleyenleri, devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesinler.

İhlasla, devlet hizmetinde ömrünü tüketen sadık devlet adamlarını daima gözet! Böyle kıymetli kimselerin vefatından sonra, aile efradını koru, ihtiyacı olanların da ihtiyaçlarını karşıla, tebaandan hiç kimsenin malına mülküne dokunma! Hak sahiplerine haklarını ver, layık olanlara ihsan ve ikrâmlarda bulun ve ailelerini de gözet! Özellikle, devletin ruhu mesabesinde olan ve en büyük dayanağı bulunan askeri, güzelce idare edip, rahatlarını temin eyle!

Devletin bedeninde, kuvvet mesabesinde olan hakiki alimleri ve fazilet sahiplerini, edip ve yazarları, sanat erbabını gözetip koru. Onlara hürmet, ikrâm ve ihsanda bulun. Bir ülkede, olgun bir alimin, bir arifin, bir velinin bulunduğunu duyarsan, uygun ve layık bir usul ve ifade ile onu memlekete getirt. Onlara her türlü imkanı tanıyarak ülkene yerleştir ki, saltanatın süresince alim ve arifler, bilginler, memleketinde çoğalsın. Din ve devlet işleri nizama oturup ilerlesin!

Sakın, askerine ve zenginliğe mağrur olma! Hakiki alim ve ariflere, bilginlere hürmet edip, sarayında onlara yer ver. Benim halimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misali, hiç layık olmadığım halde buraya geldim ve Allahü teâlânın nice nice ihsanlarına ve inayetlerine kavuştum.

Sen de benim uyduğum ve uyguladığım nizamı uygula. Muhammed aleyhisselamın dinini, bu yüce dinin mensuplarını ve itaat eden diğer tebaanı himaye eyle! Allahü teâlânın hakkını ve kullarının hakkını gözet. Bildirilmiş olan beytülmaldaki gelirin ile kanaat eyle! Devletin zaruri ihtiyaçları dışında sarfiyatta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de aynı nasihatlerde bulun ve iyice tembih eyle!

Oğul! Daima adalet ve insaf üzerine bulun. Zulme meydan verme. Herhangi bir işe başlayacağın zaman, Allahü teâlânın yardımına sığın! Tebaanı, düşmanların ve zalimlerin saldırılarından koru. Hiç kimseye haksız muamelede bulunma!

Daima halkını hoşnud edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla! Onların gönlünü kazanmayı, bunun devamını ve artmasını büyük nimet bil! Tebaanın, sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle.

Benim hanedanımdan her kim doğru yoldan ve adaletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamber efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!"

7 Ekim 2007 Pazar

Fransız donanmasını korumak uğruna az kalsın II. Dünya Savaşı'na giriyorduk

Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiltere'yi İspanyol işgalinden kurtardığının bizzat İngiliz belgeleriyle ortaya çıkmasının ardından, 2. Dünya Savaşı sırasında da Türkiye'nin Fransız donanmasını yok olmaktan kurtardığı anlaşıldı.

Üstelik ortaya çıkan belgelere göre Türkiye, İskenderun Limanı'na sığınan Fransız donanmasını korumak uğruna savaşa girmeyi de göze almış.

Olayın gerçekliği, 1998 yılında Türkiye Azerbaycan Dostluk Derneği ile Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı arasındaki bir yazışma sonucu ortaya çıktı. 2. Dünya Savaşı'nda Fransa donanmasının Türkiye'ye sığınması olayının gerçek mi uydurma bir savaş hikâyesi mi olduğunu merak eden Türkiye Azerbaycan Dostluk Derneği Genel Başkan Vekili emekli Tümgeneral İlhan Atabaş, konuyu Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'na 24 Haziran 1998'de yazılı olarak soruyor. Öğretmen Albay Fuat Marmara imzalı ve ATASE: 3214-30- 98/Arşiv sayılı cevapta anlatılan tarihî gerçekler, Türkiye'nin Fransız donanmasını yok olmaktan kurtardığını, kendisine sığınan gemi ve askerleri korumak uğruna savaşa girmeyi bile göze aldığını ortaya koyuyor. Genelkurmay'ın cevabi yazısında iddialar doğrulanırken buna dair bilgilerin 1935-1950 yılı Deniz Kuvvetleri Tarihçesi, Cilt: 2, Dosya: 1 ve 3'te bulunduğu da ekleniyor.

Emekli General İlhan Atabaş söz konusu olayı şöyle anlatıyor: Fransa 1940'ta Nazi Almanya'sının istilasına uğrayınca, İngiliz Churchil, bu ülkenin donanmasının düşman eline geçmemesi için Fransız donanmasına el koymak ister. Bazı Fransız gemileri bizzat İngilizlerce batırılır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Merkeziyet-Adem-i merkeziyet Tartışmaları

Osmanlı Devleti’nin özellikle son döneminde, aydınların ve devlet ricalinin kendilerine en çok sorduğu soru: “devlet nasıl kurtulur?” idi. Kendilerine göre bazı çözümler de üretmeye çalışmışlardı. Öncelikli olarak, Osmanlı içinde müslim-gayrımüslim ayırımının ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Bu Avrupalı Büyük Devletlerin Osmanlı’dan istedikleri bir düzenleme idi. Modernleşme sürecinde Osmanlı Devleti’nin vatandaşları arasında eşitliği sağlaması beklenmekteydi. Osmanlı topraklarında yaşayan tüm insanları eşit vatandaş haline getirebilme hayali ile bir dizi reformlar yapılmış, “Osmanlıcılık” fikri yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak yapılan düzenlemeler, Osmanlı’daki ayrılıkçı hareketleri hızlandırmıştı. Özellikle Balkanlarda ve Anadolu’da yaşayan Hıristiyanlar (Rum ve Ermeniler) Batı’dan aldıkları ekonomik, siyasi destekler ile kendi ulus-devletlerini kurma konusunda çalışmalarını yoğunlaşmışlardı. Kurdukları komiteler aracılığı ile Osmanlı topraklarında silahlı eylemler yaparak, anarşi ve terör yaratarak Avrupa kamuoyunun ilgisini çekmek ve bu sayede Osmanlı üzerindeki siyasi baskıları arttırmak temel strateji olarak belirlenmişti. Balkanlarda Makedonya, Doğu Anadolu’da ise Ermeni Sorunu Osmanlı’nın son 50 yılının en önemli sorunları olarak dikkati çekmekteydi. Her iki sorun konusunda da ciddi dış baskılar söz konusuydu. Osmanlı aydınları, mevcut sorunları aşabilmenin en önemli yolunun anayasal rejimin kurulması olduğu sonucuna varmışlardı. I. Jön Türk Hareketi, bu hedefi gerçekleştirmeyi amaçlamıştı. Fakat anayasal rejim konusundaki ilk deneme çok kısa ömürlü olmuştur.

19. yüzyılın sonlarına doğru aydınlar anayasayı yeniden yürürlüğe koymak amacıyla örgütlenmeye başlamışlardır. II. Jön Türk Hareketi, siyasi baskının yoğunluğu nedeni ile yurtdışında örgütlenmek zorunda kalmıştı. Bu Jön Türk Hareketi, etnik açıdan karmaşık bir yapıya sahipti. Meşruti rejimin yeniden kurulması konusunda görüş birliği olmasına rağmen, öngördükleri kurtuluş yöntemi konusunda farklı görüşlere sahiptiler. Özellikle 1902 Paris Kongresinde bu görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkmış ve Jön Türkler iki ayrılmışlardır: Merkeziyetçiler ve adem-i merkeziyetçiler.

İngiliz modelini esas alan adem-i merkeziyetçi kanadın lideri Prens Sabahattin, Fransız modelini esas alan merkeziyetçi kanadın lideri de Ahmet Rıza Bey idi. Ermeni, Arnavut ve Arap aydınları genellikle “adem-i merkeziyetçi” grubun içinde yer almayı tercih etmişlerdir. Böylece iktidara geldikleri takdirde kendi yaşadıkları bölgelerde özerk bir yönetimin kurulmasını sağlamayı planlamaktaydılar. Özerklik, bağımsızlık yolundaki ilk hedefti. Buna karşın, 1902 Kongresinde, adem-i merkeziyetçiler beklediklerini bulamamış, tezleri pek rağbet görmemiştir. İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) Cemiyeti içinde etkin görevlere genellikle merkeziyetçilerin hakim olduğu görülmüştür.

1908 yılı Temmuz’unda Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra Cemiyetin iki kanadı arasında rekabet yeniden alevlenmiştir. Prens Sabahattin kurdurduğu Ahrar (Özgürlük) Fırkası ile seçimlerde İttihat ve Terakki ile bir iktidar mücadelesine girmiştir. Ancak seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle ayrılmışlardır. İlk raundu “merkeziyetçiler” kazanmışlardır.

Adem-i merkeziyetçiler, iktidarı ele geçirmek için meşrutiyet karşıtı güç odakları ile (şeriat yanlısı) işbirliği yaparak, 1909 yılında bir darbe girişiminde bulunmuşlardı. Tarihe 31 Mart İsyanı olarak geçen bu darbe girişimi, sonuçları açısından Ahrarcılar için tam bir hezimetti. Hareket Ordusu’nun kısa sürede düzeni yeniden sağlamasından sonra Ahrar Fırkası faaliyetlerine son vererek tarihe karışmıştır. Başta Prens Sabahattin olmak üzere birçok adem-i merkeziyet taraftarı tutuklanmıştı. Prens Sabahattin ve Berat (Arnavutluk) milletvekili olan İsmail Kemal Bey gibi İngilizlere yakınlığı ile tanınan önemli kişiler, bu olaydan zarar görmeden kendilerini kurtarmayı ancak İngiliz diplomasisinin katkıları ile başarabilmişlerdir.
Peki İngilizler neden, adem-i merkeziyetçilere destek vermişti? Çünkü İngiltere, Osmanlı’nın adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemesini kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktaydı. Osmanlı’nın federasyon benzeri bir örgütlenmeye gitmesi, İngiltere’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulmasını kolaylaştıracaktı. Balkanlarda Arnavutlar, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de Ermeni ve Rumlar, Ortadoğu’da da Araplar ve Kürtlerin İngilizlerin ileri karakolları yapılması planlanmaktaydı. Ancak Almanya’nın desteklediği İttihatçılar, bu darbeyi Rumeli’deki etkinliği aracılığı ile başarısızlığa uğratmışlardı. Sonuç aslında İngilizler açısından da bir hezimetti. İkinci raunt da, “İttihatçı-Alman” ittifakının zaferi ile sonuçlanmıştı.

İttihatçılar Abdülhamit’i tahttan indirip yerine daha kolay kontrol edebilecekleri Mehmet Reşat’ı tahta çıkardıktan sonra, merkezi otoriteyi güçlendirmek için bir takım uygulamalara başlamışlardır. Bu merkeziyetçi politikalar özellikle bir takım ayrıcalıklara (silah taşıma, askerlik ve vergi muafiyeti gibi) sahip olan Arnavutlarda ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır. 1909 yılından 1912 yılına kadar 4 yıl arka arkaya Rumeli’de Arnavut isyanları çıkmıştır. Muhalefet Arnavutları, İttihatçı iktidara karşı silahlı bir güç olarak kullanma ve bu güç aracılığı ile kurduğu baskı sonucunda yıldırma ve iktidardan uzaklaştırma stratejisi izlemiştir. Birçok Arnavut milletvekili ve aydınının muhalefet saflarında yer alıyor olması, Arnavutların yönlendilmesini kolaylaştırmıştır.

31 Mart İsyanından sonra dağılmış görünen muhalefet, 1911 yılında Hürriyet ve İtilaf adı altında birleşmişti. Çok farklı eğilimlere sahip olmalarına rağmen muhalifleri birleştiren en önemli noktalar, İttihatçı karşıtlığı ve adem-i merkeziyetçi gelenek idi. İttihatçılar mecliste kendilerine karşı güçlü bir muhalefetin kurulduğunu gördükleri için, bir an önce seçimlere giderek muhalefeti hazırlıksız yakalamayı amaçlamış ve seçimlerde de elinden geldiğince muhalif mebus seçilmesini engellemeye çalışmışlardır. 1912 yılında yapılan seçimlerde İttihatçılar stratejilerini başarı ile uygulamışlar ve çok az muhalif seçimleri kazanabilmiştir. Bu seçimlere en büyük tepki Arnavutlardan gelmiş ve yeni bir ayaklanma başlatmışlardır. Aralarında birçok Arnavut milletvekili ve aydınının bulunduğu muhalifler, adem-i merkeziyetçi amaçlarına ulaşmakta Arnavutları, silahlı bir güç olarak kullanmışlardır. 1912 ayaklanmasının liderleri de seçilemeyen Arnavut milletvekilleri idi. İsyan öylesine etkili idi ki, isyancılar Üsküp’ü ele geçirmişler ve İttihatçıların merkezi Selanik’e yürümeye hazırlanıyorlardı. İsyancılar, meclisin feshini ve seçimlerin yenilenmesini, Arnavutluk’a özerklik verilmesini talep ediyorlardı. İttihatçılar durumun kontrolden çıktığını anlayarak iktidardan çekilmek zorunda kaldılar. Üçüncü raundu “adem-i merkeziyetçiler” kazanmışlardı.

Çıkan Balkan Savaşı’nın olumsuz etkileri ve yaşanan büyük başarısızlık Hürriyet ve İtilaf Fırkasını oldukça yıpratmıştı. 1913 yılında İttihatçılar “Bab-ı Ali Baskını” ile iktidarı yeniden ele geçirdiler. Dördüncü raundu “İttihatçılar” kazanmıştı.

I. Dünya Savaşına Almanların yanında girmeyi tercih eden İttihatçılar, savaşın kaybedilmesinden sonra kendi partilerini feshetmek ve liderleri de yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bu ortamda kendisi için yeniden bir hayat alanı bulmuş ve iktidara gelmişti. Ancak bu iktidarını, Anadolu’ya kabul ettirmesi gerekiyordu. Ülke toprakları işgal edilmeye başlamış olmasına rağmen, Hürriyet ve İtilafçılar için asıl düşman olarak İttihatçılar görülmekteydi. İşgallere tepki gösteren Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine ve Kuvayı Milliye Hareketine karşıydılar. Fırka ve halife-padişah Vahidettin kaderlerini İngiltere’ye bağlamışlardı. İstanbul’da “İngilizleri Sevenler Cemiyeti”ni kurarak kendilerini İngilizlere beğendirmeye çalışmaktaydılar. Bir kısım aydın ise “Wilson Prensipleri” cemiyetini kurarak ABD himayesini istemekteydi. Mustafa Kemal’in kurtuluş formülü ise açıktı: siyasi-hukuki-ekonomik tam bağımsızlık.

İstanbul’u işgal eden İtilaf Devletleri, Osmanlı Devletini yeniden yapılandırma iddiası ile ortaya Sevr Antlaşmasını koymuşlardır. Sevr, İngiltere’nin daha 31 Mart İsyanı sırasında adem-i merkeziyetçilerden beklediğini, kendisi ile işbirliği yapmaya hevesli, adem-i merkeziyetçi gelenekten gelen Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile birlikte doğrudan uygulamaya konmak istediği bir proje idi. Bu proje ile İngiltere, Ortadoğu’yu da kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlamaktaydı. Bu projeye göre, doğuda ‘Büyük Ermenistan’, güneyde İngiltere’ye bağlı özerk bir “Kürdistan”, batıda ‘Büyük Yunanistan’, İngiltere’nin Kafkasya-Ortadoğu ve Boğazlar-Akdeniz’deki çıkarlarının korunmasında jandarma rolünü üstlenecekler, Osmanlı yönetimi de bunlarla uyumlu şekilde çalışacaktı. Arap bölgeleri ise İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılmıştı.

İngiltere’nin bu Ortadoğu projesinin gerçekleşmesinde en büyük engel ise, Mustafa Kemal önderliğinde organize edilen Ulusal Kurtuluş Savaşı idi. İngiltere’nin bu projesinin kendi müttefikleri tarafından tam anlamıyla onaylandığını söylemek mümkün değildir. Zaten kısa süre sonra müttefikler arasındaki görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmıştır. Önce İtalya sonrasında da Fransa, İngiltere’nin Anadolu’daki politikalarına sırtlarını dönmüşlerdir. Mustafa Kemal içerde ve dışarıda yürüttüğü başarılı politikaların sonucunda, Sevr’i geçersiz bir metin haline getirmiş ve Lozan’la Türkiye’nin tam bağımsızlığını ve ulusal sınırlarını kabul ettirmiştir. Yani beşinci raunt “adem-i merkeziyetçiler” için tam bir hayal kırıklığı olmuştur.

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra dünyaya yeni bir düzen verme sevdasına kapılan ABD’nin özellikle Balkanlar, Ortadoğu ve Avrasya’ya yerleşme stratejisini uygulamaya koyduğu görülmektedir. Balkanlara Boşnakların ve Arnavutların hamisi iddiası ile yerleşerek Slavlara ve AB’ne üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışan ABD, Ortadoğu’ya yerleşirken de Kürtlerin hamisi rolünü üstlenmiş görünmektedir. “Büyük Ortadoğu Projesi”ni, İngiltere ile beraber yürütmek üzere harekete geçen ABD, Ortadoğu’da “İsrail-Kürt-Ermeni” ittifakını oluşturmayı, Türkiye’yi de bu ittifakın ortağı haline getirmeyi planlamaktadır. Bu plan, İngiltere’nin 1920’lerdeki Ortadoğu projesi olan Sevr’in genişletilerek yeniden gündeme getirilmesi anlamına gelmektedir. AB’nin Türkiye’den beklentilerinin de benzer yönde olması dikkat çekicidir.

Son bir yıl içinde Lozan’ı yeniden tartışmaya açma ve hatta onu “hezimet gibi gösterme” çabası içine girilmesi bu açıdan anlamlıdır. Evet, gericiler ve bölücüler için Lozan bir “hezimettir.” Çünkü Lozan ile ulusal egemenliğe dayalı, tam bağımsız Türkiye, uluslar arası alanda tanınmıştır. Yeni Türkiye, Fransız modelini örnek alarak, laik cumhuriyet ve merkezi yönetim anlayışını benimsemiştir. Bu konuda yapılması düşünülecek tüm değişiklikler, bu temel yapının ortadan kaldırılması amacına hizmet etme anlamına gelecektir. Bugün Cumhuriyetin temel ilkelerine, Atatürk ve onun eserlerine kimlerin karşı olduğu veya saldırılarda bulunduğu, kimin ABD veya AB himayesi altına, ne pahasına olursa olsun girmeyi savunduğu, kimlerin dinsel-muhafazakar değerleri kullanarak ülkeyi çağdaş dünya değerlerinden uzaklaştırmaya çalıştığı, bütün olumsuz koşullara rağmen kimlerin cumhuriyeti ve onun tüm değerlerini korumak için ve bunları topluma anlatmaya çalışmak için elinden geleni yaptığı ve bu uğurda hayatlarını kaybettiğini kamuoyu sanırım takdir etmektedir.

Son dönemlerde ABD’nin ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi ve hükümetin bu projeye olumlu yaklaşımı dikkate alındığında, adem-i merkeziyetçiliği esas aldığı ifade edilen “Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı” ve “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı” gibi çalışmaların ABD projesi ile uyumlu olması dikkati çekmektedir. Bu konuda basında genellikle tasarıları “büyük reformlar” olarak görme eğilimleri ön planda ise de, bu tasarılarla amacın Türkiye’de “federasyon” sistemine adım atmak olduğunu ifade eden yaklaşımlar da bulunmaktadır.

Türkiye’de federasyon konusunu ilk gündeme getiren siyasi lider Turgut Özal olmuştu. Yerel yönetimlere ağırlık verilmesi görüşünü savunan Özal, PKK terörünün tırmandığı bir dönemde Türkiye’nin federasyonu ve başkanlık sistemini tartışmaya açması gerektiğini ifade etmişti. AKP’nin yaptığı çalışmalar, Özal’ın bu yoldaki takipçisi olacaklarını göstermektedir. Yani şu anda mücadelenin altıncı raundu yaşanmaktadır. Sonucu ve onun getirecekleri-götüreceklerini zaman gösterecektir. Türkiye’deki tüm sağduyulu vatandaşların da bu konuda bir yol ayırımına gelindiğini ve tercihini buna göre yapması gerektiğini görmesinin zamanı geldiğini düşünüyorum. Kişisel olarak Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin, tam bağımsız ve üniter bir yapı ile ulus-devlet sürecinin başarılmasını ümit ediyorum.
Makale, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Nisan 2004, sayı:67 (www.mudafaaihukuk.com), www.hakimiyetimilliye.org sitelerinde yayınlanmıştır.

5 Ekim 2007 Cuma

Dört Soruda Ermeni Sorunu

Yard. Doç. Dr. Hakkı Uyar

Soru 1: Tarihte toplumların birbirlerini öldürmelerine sıkça rastlanır. Özellikle son yüzyıllarda yaşananları nasıl değerlendirmek gerekir?

Cevap 1: a. Ulus-devlet kuruluş sürecinde yaşananlar ve milliyetçilik düşüncesinin etkisi dolayısıyla ortaya çıkanlar:

Tüm ulus-devletlerin kuruluş sürecinde benzer sorunlar yaşanmıştır. Ermeni Sorunu'na da bu çerçevede bakmak gerekir.

b. Sömürgecilik düşüncesinin ortaya çıkması sonucu, sömürgecilerin sömürdükleri yerlerin halklarına yönelik eylemleri:

Güney Amerika'da Portekiz ve İspanyolların Az-tek, Maya ve İnka uygarlıklarını ortadan kaldırmaları; İngiltere'nin Afrika'daki zencilere, Amerika'daki Kızılderililere, Avustralya'daki Aborjinlere yaptıkları; ABD'nin Kızılderililere ve zencilere yönelik eylemleri, Vietnam'da yaptıkları; Fransa'nın Cezayir'de yaptıkları; İtalya'nın Habeşistan ve Libya'da yaptıkları bu çerçevede sayılabilir, c. Faşist ya da benzeri totaliter rejimlerin bir etnik ya da dinsel grubu ortadan kaldırması: Soykırım kavramına tam anlamıyla uyan bu maddedekilerdir. Almanya'da Hitler rejiminin 6 milyon Yahudi'ye ve 1 milyon Çingene'ye yaptıkları soykırım buna örnektir.

Soru 2: Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde yaşanan Ermeni Sorunu'na hangi açıdan bakmak gerekir?

Cevap 2: Osmanlı Devleti'nin son döneminde ortaya çıkan Ermeni Sorunu'na iki açıdan bakmak gerekmektedir:

a. Fransız Devrimi sonu- ' cunda ortaya çıkan milliyetçilik akımı çerçevesinde Er- I menilerin ulus- devlet kurmak istemeleri.

b. Emperyalist devletlerin I Osmanlı Devleti'ne yönelik izledikleri emperyalist politikalar (Şark Meselesi/ Doğu Sorunu) dolayısıyla ortaya çıkan sorunlar.

a. Geleneksel toplum yapısının temel özellikleri; tarım ekonomisi, dinsel-monarşik devlet yapısı ve dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısıdır. Bu toplum, kırsal yerleşimin ağırlıkta olduğu bir toplumdur. Batı dünyası, 15. yüzyılda başlayan gelişmeler çerçevesinde (coğrafi keşifler, Rönesans, reform, hümanizma, aydınlanma, sanayi devrimi ve Fransız devrimi) modern toplum yapısına geçti. Modern toplum; sanayileşme/kapitalistleşme, ulus-devlet, aydınlanma ve bireyselleşme kavramlarına dayanmakta olup, ağırlıklı olarak kent toplumudur. Batı, bu dönüşümü yaşarken Osmanlı Devleti bu dönüşümün dışında kaldı. Özellikle, 18. yüzyılın ikinci yarısındaki iki devrim (Sanayi ve Fransız Devrimi), Batı'nın ekonomik ve siyasal yapısını tamamen değiştirdi. Fransız Devrimi ile hız kazanan ulusal hareketler, Osmanlı Devleti gibi çok uluslu devlet yapılarını da olumsuz yönde etkiledi. Ekonomik ve sosyal yapıdaki olumsuzlukların da etkisiyle, ayrılıkçı/milliyetçi hareketler hız kazandı. Bu süreç, öncelikle Balkanlarda ve gayrimüslim azınlıklar arasında başladı. Bunda dinsel azınlıkların "millet sistemi" çerçevesinde kimliklerini korumuş olmaları; ekonomik ve sosyal anlamda sağladıkları gelişmeler (azınlık burjuvazisinin ortaya çıkışı, bunlardaki aydınlanma sürecinin Müslüman topluluklara nazaran çok daha önce başlaması, örneğin matbaanın Ermeni, Rum gibi gayrimüslim azınlıklarca çok daha önce kurulmuş olmaları?) etkili oldu.

Osmanlı Devleti'nin egemen olduğu coğrafyadan 20'yi aşkın devlet ortaya çıktı. Bu devletlerin ortaya çıkmalarında göreceli olarak o bölgede nüfus olarak önemli bir ağırlıkta olmalarının etkisi büyüktür. Ayrıca, izledikleri yöntemler (Komitacılık gibi) etnik ve dinsel temizlikle, o coğrafyada çoğunluğu ele geçirmelerini kolaylaştırdı. Nitekim, Bulgarların Balkanlarda uyguladıkları komitacılık yöntemlerini Ermeniler de benimsedi. Ermenilerin diğer gayrimüslim azınlıklara göre dezavantajı, devlet kurmayı tasarladıkları bölgede (Doğu Anadolu) nüfus olarak önemli bir ağırlıklarının olmamasıdır. Ermeniler, ekonomik-sosyal refahlarını imparatorluk coğrafyasının tamamına dağılmış olmaya borçluydular. Bu, onların devlet kurmalarının önündeki en büyük engeldi. Bu nedenle Ermeniler daha önce Balkanlarda uygulanan Komitacılık yöntemlerini/ şiddet uygulamayı benimseyerek; hem Osmanlı Devleti'ne karşı bağımsızlık kazanmak için, hem de devlet kurmayı tasarladıkları bölgede halkı yıldırarak göçe zorlamayı ve öldürerek nüfus üstünlüğünü ele geçirmeyi

I amaçlıyorlardı. Bu bağlamda sayılabilecek bir başka neden de, Ermenilerin devlet kurmayı tasarladıkları bölgenin Türklerin/ Müslümanların anavatanları olan Anadolu'nun göbeğinde olmasıdır. Bu nedenler, Ermenilerin diğer etnik gruplara nazaran başarısız olmalarına yol açmıştır. Başarısızlık da Ermeni şiddet eylemlerini körüklemiştir, b. Batılı devletlerin, Osmanlı Devleti'ne karşı izledikleri politikayı, Şark Meselesi deyimi açıklamaktadır. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devleti'ndeki gayrimüslim azınlıkların himaye altına alınması, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'ni Avrupa/Balkan topraklarından atmayı ve nihayet 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti'ni paylaşarak tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen Batılı devletler, 19. yüzyılın yarısında misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Ermeni mezhep birliğinin (Gregoryen) parçalanmasına, Katolik ve Protestan Ermeni Kiliselerinin kurulmasına neden oldular. Her Batılı devlet kendi mezhebindeki Ermenileri (Rusya, Gregoryen Ermenileri, Fransa Katolik Ermenileri, İngiltere Protestan Ermenileri) desteklediler ve böylece Ermeniler üzerinde etkili olmaya, onları kontrol etmeye çalıştılar.

Soru 3; Ermeni Tehciri, tarihte yaşanan tek tehcir / zorunlu göç müdür? Başka örnekleri var mıdır?

Cevap 3: Ermeni tehciri tarihte yaşanan tek tehcir değildir. Bunun pek çok başka örneği vardır.

a. ikinci Dünya Savaşı yıllarında Japonya ile savaşta olan ABD'nin salt Japon kökenleri olmaları nedeniyle, Japonya ile hiçbir işbirliği girişimleri olmamalarına rağmen (olabilir diye), Japon kökenli vatandaşlarını toplama kamplarında toplamaları. Pasifik'ten Missisipi'ye göndermeleri.

b. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği'nin Almanya ile işbirliği yapmaları gerekçesiyle Kırım Türkleri'ni Sibirya'ya sürmesi.

c. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransa'nın Majino Hattı bölgesindeki Almanca konuşan Fransız-ları güney bölgelerine sürmesi.

d. Balkanlar'da 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında kurulan devletlerin buralardaki Türk ve Müslümanları zorla göç ettirmeleri ve öldürmeleri.

e. Osmanlı Devleti tarihi boyunca, başka zorunlu göçler de yapmıştır. Bu çerçevede, Anadolu'daki Türkmen nüfusun Balkanlara yerleştirilmesi buna örnek gösterilebilir.

Burada dikkat çekici olan, Balkanlara gönderilen Türkmen nüfusun özellikle Osmanlı Devleti'ne sorun yaratan Beylikler bölgesinden (örneğin Karamanoğulları) seçilmesidir. Ayrıca üzerinde durulması gereken iki nokta daha var: Birincisi, Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı sırasında savaştığı devletlerden biri Yunanistan'dı. Bu savaşa rağmen Anadolu'daki Rumları tehcire tabi tutmadı. Bunun nedeni, Rumların Yunanistan'la işbirliğine girişmemeleri, ayaklanmamalarıdır. İkincisi ise, Osmanlı Devleti'nin tehcire tabi tuttuğu Ermenilerin Osmanlı sınırları içerisinde daha güvenli yerlere (Suriye gibi) gönderilmesi ve sınır dışına çıkarılmamalarıdır.

Soru 4: Yahudi Soykırımı ile Ermeni Tehciri arasında benzerlik kurulabilir mi?

Cevap 4: Böyle bir benzerliğin kurulabilmesi mümkün değildir. Her ikisi son derece farklıdır. Bunu aşağıdaki 5 soruya verilecek yanıtta görmemiz mümkündür:

a. Düşman bir devletle savaşta işbirliği yapıldı mı?

b. Vatandaşı bulundukları devlete karşı ayaklanarak, cephede savaşan ordusuna arkadan saldırdılar mı?

c. Ayaklanarak masum insanları öldürdüler mi?

d. Silahlanarak terör örgütleri kurdular mı?

e. Vatandaşı bulundukları devletin toprakları üzerinde ayrı bir devlet kurmaya kalktılar mı?

Bu 5 soruyu Almanya'daki Yahudiler açısından sorduğunuzda verilecek yanıt "Hayır" dır. Aynı soruları Osmanlı Ermenileri açısından sorduğunuzda verilecek yanıt "Evet"tir.

Cumhuriyet, Strateji

4 Ekim 2007 Perşembe

Atatürk'ün Ortadoğu vasiyeti

'Filistin'in, Lübnan'ın emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyiz' diyen Ata, Cumhuriyet yöneticilerini de tehlikeye karşı uyardı.

Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz.' Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait...
Ankara'da çatlak
Güney Lübnan'a konuşlanması planlanan çokuluslu istikrar gücüne katkıda bulunmak isteyen BM üyesi ülkeler, bölgede çatışmanın sona ermesini beklerken, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ise barış gücü Lübnan'da konuşlanmadan ateşkes olamayacağını belirtti. Türkiye'nin bölgeye göndereceği barış gücünün fonksiyonunun ne olacağı konusunda da Ankara'da 'fikir ayrılığı' bulunduğu iddia ediliyor. Edinilen bilgilere göre, bazı birimler, bölgeye gönderilecek gücün, Hizbullah'a karşı aktif görev almasını istiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, bugüne kadar, İsrail'le olan ilişkilerini, hükümetlerden bağımsız yürüttü. Peki Atatürk yaşasaydı, Filistin'de devam eden insanlık dramı karşısında acaba nasıl hareket ederdi? Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, şu anda İsrail'in işgali altında bulunan Filistin, bir diğer ifadeyle 'Kutsal Topraklar' hakkında acaba ne düşünüyordu? Atatürk halen yaşasaydı, İsrail'e, NATO, AB ve ABD'ye karşı acaba nasıl bir tavır takınırdı? Lübnan'da yaşanan insanlık dramına müdahale mi eder, yoksa seyreder miydi?
'Emperyalist giremeyecek'
İsrail'in Lübnan'a saldırısı nedeniyle dünyanın gündeminde olan 'Kutsal Topraklar'ın Geleceği' konusunda, haftalık yayın yapan Dünya Gündemi gazetesi, tarihi belgeyi geçen hafta yayımladı. Belgenin konusu Kutsal Topraklar ve Atatürk'ün 1937'de Meclis'te yaptığı bir konuşmaya dayanıyor. Belgedeki imza ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya ait. Aşağıdaki sözler Türk Devleti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e ait: 'Şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet'in mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen Peygamber'in son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz.'
İşte belgenin tam metni
Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan bu belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında 'Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937 tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım' diyor. Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye Gazetesi yayınlamış. Hindistan'da yayınlanan Bombay Chronicle Gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nden almış. Aslı Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyledir: 'Araplar'ın Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Araplar'ın arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplar'dan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Museviler'in ve Hristiyanlar'ın nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlar'la mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.'