7 Ekim 2007 Pazar

Fransız donanmasını korumak uğruna az kalsın II. Dünya Savaşı'na giriyorduk

Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiltere'yi İspanyol işgalinden kurtardığının bizzat İngiliz belgeleriyle ortaya çıkmasının ardından, 2. Dünya Savaşı sırasında da Türkiye'nin Fransız donanmasını yok olmaktan kurtardığı anlaşıldı.

Üstelik ortaya çıkan belgelere göre Türkiye, İskenderun Limanı'na sığınan Fransız donanmasını korumak uğruna savaşa girmeyi de göze almış.

Olayın gerçekliği, 1998 yılında Türkiye Azerbaycan Dostluk Derneği ile Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı arasındaki bir yazışma sonucu ortaya çıktı. 2. Dünya Savaşı'nda Fransa donanmasının Türkiye'ye sığınması olayının gerçek mi uydurma bir savaş hikâyesi mi olduğunu merak eden Türkiye Azerbaycan Dostluk Derneği Genel Başkan Vekili emekli Tümgeneral İlhan Atabaş, konuyu Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'na 24 Haziran 1998'de yazılı olarak soruyor. Öğretmen Albay Fuat Marmara imzalı ve ATASE: 3214-30- 98/Arşiv sayılı cevapta anlatılan tarihî gerçekler, Türkiye'nin Fransız donanmasını yok olmaktan kurtardığını, kendisine sığınan gemi ve askerleri korumak uğruna savaşa girmeyi bile göze aldığını ortaya koyuyor. Genelkurmay'ın cevabi yazısında iddialar doğrulanırken buna dair bilgilerin 1935-1950 yılı Deniz Kuvvetleri Tarihçesi, Cilt: 2, Dosya: 1 ve 3'te bulunduğu da ekleniyor.

Emekli General İlhan Atabaş söz konusu olayı şöyle anlatıyor: Fransa 1940'ta Nazi Almanya'sının istilasına uğrayınca, İngiliz Churchil, bu ülkenin donanmasının düşman eline geçmemesi için Fransız donanmasına el koymak ister. Bazı Fransız gemileri bizzat İngilizlerce batırılır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Merkeziyet-Adem-i merkeziyet Tartışmaları

Osmanlı Devleti’nin özellikle son döneminde, aydınların ve devlet ricalinin kendilerine en çok sorduğu soru: “devlet nasıl kurtulur?” idi. Kendilerine göre bazı çözümler de üretmeye çalışmışlardı. Öncelikli olarak, Osmanlı içinde müslim-gayrımüslim ayırımının ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Bu Avrupalı Büyük Devletlerin Osmanlı’dan istedikleri bir düzenleme idi. Modernleşme sürecinde Osmanlı Devleti’nin vatandaşları arasında eşitliği sağlaması beklenmekteydi. Osmanlı topraklarında yaşayan tüm insanları eşit vatandaş haline getirebilme hayali ile bir dizi reformlar yapılmış, “Osmanlıcılık” fikri yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak yapılan düzenlemeler, Osmanlı’daki ayrılıkçı hareketleri hızlandırmıştı. Özellikle Balkanlarda ve Anadolu’da yaşayan Hıristiyanlar (Rum ve Ermeniler) Batı’dan aldıkları ekonomik, siyasi destekler ile kendi ulus-devletlerini kurma konusunda çalışmalarını yoğunlaşmışlardı. Kurdukları komiteler aracılığı ile Osmanlı topraklarında silahlı eylemler yaparak, anarşi ve terör yaratarak Avrupa kamuoyunun ilgisini çekmek ve bu sayede Osmanlı üzerindeki siyasi baskıları arttırmak temel strateji olarak belirlenmişti. Balkanlarda Makedonya, Doğu Anadolu’da ise Ermeni Sorunu Osmanlı’nın son 50 yılının en önemli sorunları olarak dikkati çekmekteydi. Her iki sorun konusunda da ciddi dış baskılar söz konusuydu. Osmanlı aydınları, mevcut sorunları aşabilmenin en önemli yolunun anayasal rejimin kurulması olduğu sonucuna varmışlardı. I. Jön Türk Hareketi, bu hedefi gerçekleştirmeyi amaçlamıştı. Fakat anayasal rejim konusundaki ilk deneme çok kısa ömürlü olmuştur.

19. yüzyılın sonlarına doğru aydınlar anayasayı yeniden yürürlüğe koymak amacıyla örgütlenmeye başlamışlardır. II. Jön Türk Hareketi, siyasi baskının yoğunluğu nedeni ile yurtdışında örgütlenmek zorunda kalmıştı. Bu Jön Türk Hareketi, etnik açıdan karmaşık bir yapıya sahipti. Meşruti rejimin yeniden kurulması konusunda görüş birliği olmasına rağmen, öngördükleri kurtuluş yöntemi konusunda farklı görüşlere sahiptiler. Özellikle 1902 Paris Kongresinde bu görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkmış ve Jön Türkler iki ayrılmışlardır: Merkeziyetçiler ve adem-i merkeziyetçiler.

İngiliz modelini esas alan adem-i merkeziyetçi kanadın lideri Prens Sabahattin, Fransız modelini esas alan merkeziyetçi kanadın lideri de Ahmet Rıza Bey idi. Ermeni, Arnavut ve Arap aydınları genellikle “adem-i merkeziyetçi” grubun içinde yer almayı tercih etmişlerdir. Böylece iktidara geldikleri takdirde kendi yaşadıkları bölgelerde özerk bir yönetimin kurulmasını sağlamayı planlamaktaydılar. Özerklik, bağımsızlık yolundaki ilk hedefti. Buna karşın, 1902 Kongresinde, adem-i merkeziyetçiler beklediklerini bulamamış, tezleri pek rağbet görmemiştir. İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) Cemiyeti içinde etkin görevlere genellikle merkeziyetçilerin hakim olduğu görülmüştür.

1908 yılı Temmuz’unda Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra Cemiyetin iki kanadı arasında rekabet yeniden alevlenmiştir. Prens Sabahattin kurdurduğu Ahrar (Özgürlük) Fırkası ile seçimlerde İttihat ve Terakki ile bir iktidar mücadelesine girmiştir. Ancak seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle ayrılmışlardır. İlk raundu “merkeziyetçiler” kazanmışlardır.

Adem-i merkeziyetçiler, iktidarı ele geçirmek için meşrutiyet karşıtı güç odakları ile (şeriat yanlısı) işbirliği yaparak, 1909 yılında bir darbe girişiminde bulunmuşlardı. Tarihe 31 Mart İsyanı olarak geçen bu darbe girişimi, sonuçları açısından Ahrarcılar için tam bir hezimetti. Hareket Ordusu’nun kısa sürede düzeni yeniden sağlamasından sonra Ahrar Fırkası faaliyetlerine son vererek tarihe karışmıştır. Başta Prens Sabahattin olmak üzere birçok adem-i merkeziyet taraftarı tutuklanmıştı. Prens Sabahattin ve Berat (Arnavutluk) milletvekili olan İsmail Kemal Bey gibi İngilizlere yakınlığı ile tanınan önemli kişiler, bu olaydan zarar görmeden kendilerini kurtarmayı ancak İngiliz diplomasisinin katkıları ile başarabilmişlerdir.
Peki İngilizler neden, adem-i merkeziyetçilere destek vermişti? Çünkü İngiltere, Osmanlı’nın adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemesini kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktaydı. Osmanlı’nın federasyon benzeri bir örgütlenmeye gitmesi, İngiltere’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulmasını kolaylaştıracaktı. Balkanlarda Arnavutlar, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de Ermeni ve Rumlar, Ortadoğu’da da Araplar ve Kürtlerin İngilizlerin ileri karakolları yapılması planlanmaktaydı. Ancak Almanya’nın desteklediği İttihatçılar, bu darbeyi Rumeli’deki etkinliği aracılığı ile başarısızlığa uğratmışlardı. Sonuç aslında İngilizler açısından da bir hezimetti. İkinci raunt da, “İttihatçı-Alman” ittifakının zaferi ile sonuçlanmıştı.

İttihatçılar Abdülhamit’i tahttan indirip yerine daha kolay kontrol edebilecekleri Mehmet Reşat’ı tahta çıkardıktan sonra, merkezi otoriteyi güçlendirmek için bir takım uygulamalara başlamışlardır. Bu merkeziyetçi politikalar özellikle bir takım ayrıcalıklara (silah taşıma, askerlik ve vergi muafiyeti gibi) sahip olan Arnavutlarda ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır. 1909 yılından 1912 yılına kadar 4 yıl arka arkaya Rumeli’de Arnavut isyanları çıkmıştır. Muhalefet Arnavutları, İttihatçı iktidara karşı silahlı bir güç olarak kullanma ve bu güç aracılığı ile kurduğu baskı sonucunda yıldırma ve iktidardan uzaklaştırma stratejisi izlemiştir. Birçok Arnavut milletvekili ve aydınının muhalefet saflarında yer alıyor olması, Arnavutların yönlendilmesini kolaylaştırmıştır.

31 Mart İsyanından sonra dağılmış görünen muhalefet, 1911 yılında Hürriyet ve İtilaf adı altında birleşmişti. Çok farklı eğilimlere sahip olmalarına rağmen muhalifleri birleştiren en önemli noktalar, İttihatçı karşıtlığı ve adem-i merkeziyetçi gelenek idi. İttihatçılar mecliste kendilerine karşı güçlü bir muhalefetin kurulduğunu gördükleri için, bir an önce seçimlere giderek muhalefeti hazırlıksız yakalamayı amaçlamış ve seçimlerde de elinden geldiğince muhalif mebus seçilmesini engellemeye çalışmışlardır. 1912 yılında yapılan seçimlerde İttihatçılar stratejilerini başarı ile uygulamışlar ve çok az muhalif seçimleri kazanabilmiştir. Bu seçimlere en büyük tepki Arnavutlardan gelmiş ve yeni bir ayaklanma başlatmışlardır. Aralarında birçok Arnavut milletvekili ve aydınının bulunduğu muhalifler, adem-i merkeziyetçi amaçlarına ulaşmakta Arnavutları, silahlı bir güç olarak kullanmışlardır. 1912 ayaklanmasının liderleri de seçilemeyen Arnavut milletvekilleri idi. İsyan öylesine etkili idi ki, isyancılar Üsküp’ü ele geçirmişler ve İttihatçıların merkezi Selanik’e yürümeye hazırlanıyorlardı. İsyancılar, meclisin feshini ve seçimlerin yenilenmesini, Arnavutluk’a özerklik verilmesini talep ediyorlardı. İttihatçılar durumun kontrolden çıktığını anlayarak iktidardan çekilmek zorunda kaldılar. Üçüncü raundu “adem-i merkeziyetçiler” kazanmışlardı.

Çıkan Balkan Savaşı’nın olumsuz etkileri ve yaşanan büyük başarısızlık Hürriyet ve İtilaf Fırkasını oldukça yıpratmıştı. 1913 yılında İttihatçılar “Bab-ı Ali Baskını” ile iktidarı yeniden ele geçirdiler. Dördüncü raundu “İttihatçılar” kazanmıştı.

I. Dünya Savaşına Almanların yanında girmeyi tercih eden İttihatçılar, savaşın kaybedilmesinden sonra kendi partilerini feshetmek ve liderleri de yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bu ortamda kendisi için yeniden bir hayat alanı bulmuş ve iktidara gelmişti. Ancak bu iktidarını, Anadolu’ya kabul ettirmesi gerekiyordu. Ülke toprakları işgal edilmeye başlamış olmasına rağmen, Hürriyet ve İtilafçılar için asıl düşman olarak İttihatçılar görülmekteydi. İşgallere tepki gösteren Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine ve Kuvayı Milliye Hareketine karşıydılar. Fırka ve halife-padişah Vahidettin kaderlerini İngiltere’ye bağlamışlardı. İstanbul’da “İngilizleri Sevenler Cemiyeti”ni kurarak kendilerini İngilizlere beğendirmeye çalışmaktaydılar. Bir kısım aydın ise “Wilson Prensipleri” cemiyetini kurarak ABD himayesini istemekteydi. Mustafa Kemal’in kurtuluş formülü ise açıktı: siyasi-hukuki-ekonomik tam bağımsızlık.

İstanbul’u işgal eden İtilaf Devletleri, Osmanlı Devletini yeniden yapılandırma iddiası ile ortaya Sevr Antlaşmasını koymuşlardır. Sevr, İngiltere’nin daha 31 Mart İsyanı sırasında adem-i merkeziyetçilerden beklediğini, kendisi ile işbirliği yapmaya hevesli, adem-i merkeziyetçi gelenekten gelen Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile birlikte doğrudan uygulamaya konmak istediği bir proje idi. Bu proje ile İngiltere, Ortadoğu’yu da kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlamaktaydı. Bu projeye göre, doğuda ‘Büyük Ermenistan’, güneyde İngiltere’ye bağlı özerk bir “Kürdistan”, batıda ‘Büyük Yunanistan’, İngiltere’nin Kafkasya-Ortadoğu ve Boğazlar-Akdeniz’deki çıkarlarının korunmasında jandarma rolünü üstlenecekler, Osmanlı yönetimi de bunlarla uyumlu şekilde çalışacaktı. Arap bölgeleri ise İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılmıştı.

İngiltere’nin bu Ortadoğu projesinin gerçekleşmesinde en büyük engel ise, Mustafa Kemal önderliğinde organize edilen Ulusal Kurtuluş Savaşı idi. İngiltere’nin bu projesinin kendi müttefikleri tarafından tam anlamıyla onaylandığını söylemek mümkün değildir. Zaten kısa süre sonra müttefikler arasındaki görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmıştır. Önce İtalya sonrasında da Fransa, İngiltere’nin Anadolu’daki politikalarına sırtlarını dönmüşlerdir. Mustafa Kemal içerde ve dışarıda yürüttüğü başarılı politikaların sonucunda, Sevr’i geçersiz bir metin haline getirmiş ve Lozan’la Türkiye’nin tam bağımsızlığını ve ulusal sınırlarını kabul ettirmiştir. Yani beşinci raunt “adem-i merkeziyetçiler” için tam bir hayal kırıklığı olmuştur.

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra dünyaya yeni bir düzen verme sevdasına kapılan ABD’nin özellikle Balkanlar, Ortadoğu ve Avrasya’ya yerleşme stratejisini uygulamaya koyduğu görülmektedir. Balkanlara Boşnakların ve Arnavutların hamisi iddiası ile yerleşerek Slavlara ve AB’ne üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışan ABD, Ortadoğu’ya yerleşirken de Kürtlerin hamisi rolünü üstlenmiş görünmektedir. “Büyük Ortadoğu Projesi”ni, İngiltere ile beraber yürütmek üzere harekete geçen ABD, Ortadoğu’da “İsrail-Kürt-Ermeni” ittifakını oluşturmayı, Türkiye’yi de bu ittifakın ortağı haline getirmeyi planlamaktadır. Bu plan, İngiltere’nin 1920’lerdeki Ortadoğu projesi olan Sevr’in genişletilerek yeniden gündeme getirilmesi anlamına gelmektedir. AB’nin Türkiye’den beklentilerinin de benzer yönde olması dikkat çekicidir.

Son bir yıl içinde Lozan’ı yeniden tartışmaya açma ve hatta onu “hezimet gibi gösterme” çabası içine girilmesi bu açıdan anlamlıdır. Evet, gericiler ve bölücüler için Lozan bir “hezimettir.” Çünkü Lozan ile ulusal egemenliğe dayalı, tam bağımsız Türkiye, uluslar arası alanda tanınmıştır. Yeni Türkiye, Fransız modelini örnek alarak, laik cumhuriyet ve merkezi yönetim anlayışını benimsemiştir. Bu konuda yapılması düşünülecek tüm değişiklikler, bu temel yapının ortadan kaldırılması amacına hizmet etme anlamına gelecektir. Bugün Cumhuriyetin temel ilkelerine, Atatürk ve onun eserlerine kimlerin karşı olduğu veya saldırılarda bulunduğu, kimin ABD veya AB himayesi altına, ne pahasına olursa olsun girmeyi savunduğu, kimlerin dinsel-muhafazakar değerleri kullanarak ülkeyi çağdaş dünya değerlerinden uzaklaştırmaya çalıştığı, bütün olumsuz koşullara rağmen kimlerin cumhuriyeti ve onun tüm değerlerini korumak için ve bunları topluma anlatmaya çalışmak için elinden geleni yaptığı ve bu uğurda hayatlarını kaybettiğini kamuoyu sanırım takdir etmektedir.

Son dönemlerde ABD’nin ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi ve hükümetin bu projeye olumlu yaklaşımı dikkate alındığında, adem-i merkeziyetçiliği esas aldığı ifade edilen “Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı” ve “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı” gibi çalışmaların ABD projesi ile uyumlu olması dikkati çekmektedir. Bu konuda basında genellikle tasarıları “büyük reformlar” olarak görme eğilimleri ön planda ise de, bu tasarılarla amacın Türkiye’de “federasyon” sistemine adım atmak olduğunu ifade eden yaklaşımlar da bulunmaktadır.

Türkiye’de federasyon konusunu ilk gündeme getiren siyasi lider Turgut Özal olmuştu. Yerel yönetimlere ağırlık verilmesi görüşünü savunan Özal, PKK terörünün tırmandığı bir dönemde Türkiye’nin federasyonu ve başkanlık sistemini tartışmaya açması gerektiğini ifade etmişti. AKP’nin yaptığı çalışmalar, Özal’ın bu yoldaki takipçisi olacaklarını göstermektedir. Yani şu anda mücadelenin altıncı raundu yaşanmaktadır. Sonucu ve onun getirecekleri-götüreceklerini zaman gösterecektir. Türkiye’deki tüm sağduyulu vatandaşların da bu konuda bir yol ayırımına gelindiğini ve tercihini buna göre yapması gerektiğini görmesinin zamanı geldiğini düşünüyorum. Kişisel olarak Atatürk’ün gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin, tam bağımsız ve üniter bir yapı ile ulus-devlet sürecinin başarılmasını ümit ediyorum.
Makale, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Nisan 2004, sayı:67 (www.mudafaaihukuk.com), www.hakimiyetimilliye.org sitelerinde yayınlanmıştır.