İrfan ERDOĞAN
Osmanlı imparatorluğunda kölelik hem kölelik anlayışı, hem köleye karşı davranış hem de kölenin toplumda tuttuğu yer ve geleceği bakımlarında Avrupa ve Latin Amerika'daki kölelik sistemlerinden farklıdır. Osmanlı kölelik sisteminde Lâtin Güney ve Kuzey Amerika’yı istila edenlerin gaddarlıklarını, katliamlarını, insanlık dışı muamelelerini, hayvan gibi görülüp işkence edilmeleri ve öldürülmelerini günlük egemen pratiklerde göremeyiz. Köleler, ister ev-içinde isterse ev dışında kullanılsın ailenin, aile kurumunun bir parçasıydı. Bu nedenle köleler ile ailenin diğer bireyleri arasında aile birliğine dayalı bir yakınlık vardı. Zengin ailelerin köleleri fukara Türklerden çok daha iyi durumdaydı .
Osmanlı dilinde bazılarını hala kullandığımız kölelikle ilgili terimler şunlardı: Esir, esire ve üsera; köle ve cariye; memluk ve memluke; gülam ve halayık; azad etme, Arap... Esaret hala kullanılan kölelik anlamınadır. Sahip, efendi ve malik benzer anlamda kullanılıyordu. Esirci esir tüccarı yerine ve çoğulu olarak celeban kullanılıyordu. Esirlerin satıldığı yere esir pazarı deniyordu. Köle ticaretinde köle vergisi (pencik resmi) toplanıyordu. Zenciler için toplanan vergiye sera-i zenciye resmi adı veriliyordu. Bu da, devletin sadece köleliği benimsemekle kalmayıp, aynı zamanda kölelik sisteminden ekonomik çıkar sağladığını gösterir.
Osmanlılarda köleler kamu kölesi olarak devlet bürokrasisinde kullanılmıştır. Bu kölelere belli rütbeler verilmiştir: Durasaade ağası (padişahın harem ağasının başı olan kızlar ağası); Durasaade ağası vekili; Harem ağası; Çeşitli palaslardaki başkapı gülamı; Prensin evindeki bas ağa. Bu sistem 18. Yüzyılın ikinci yarısından sonra geriledi, sadece çok zenginler ve imparatorluk ailesi kız ağası tuttu. 1903'de imparator ailesi 194 kız ağasına sahipti. Kız ağaları satın alınmıyor, hediye olarak veriliyordu.
Kölelerin 1903'de çoğu serbest bırakılmıştı, fakat çoğu ailenin bir parçası olarak gördükleri ilişki biçimini terk etme yerine servislerine köle olarak değil hizmetçi olarak devam ettiler. Osmanlı geleneği zenginler arasında evlerinde hizmetçi tutarak devam ettirildi. Böylece kölelik sistemi hizmetçilik sistemine dönüştü. Zenginler evlerinde köle yerine hizmetçi tutmaya başladılar. Kapitalizmin kendini sorumluluktan azad eden "kullan ve at" düşünü tarzının egemenliğiyle, sonradan hizmetçi kapı dışarı edildi ve ücretli-gün işçisi durumuna düştü. Fakat gene de zengin aileler hem sömürü hem de prestij gösterisi olarak evlerinde hizmetçi tutmaya devam ettiler. Bugün bu az-zenginler arasında temizlikçi-kadın ilişkisi biçimine dönmüştür: Haftada bir veya iki gün parayla tutulan serbest köleler pazarı büyük kentlerde gelişmiştir. Bu sayede açlığa mahkum edilenlerin bazıları kendilerine ekmek parası kazanma olanağı sağlıyorlar.
Osmanlılarda 19. Yüzyıla kadar sahiplik-köleliği egemen biçimdi. Tanzimat’la başlayarak gelişen değişmeler sürecinde kölelik ekonomik sıkıntılar, imparatorluğun çöküşü ve kölelerin bağımsızlık için ayaklanışı ve devletin bu ayaklanmalarda köle sahiplerini tutup köleleri ezme yerine köleleri destekleyen yasalar ve fermanlarla hızla silinip gitmiştir. Eğer Osmanlı imparatorluğu Avrupalı işgalciler ve dil ve kültür özgürlüğü arayan azınlıkların boğazına sarılan günümüzün “demokratik” devletleri gibi vahşi tutumlarıyla karşılık verseydi, yeni Türkiye cumhuriyeti ciddi bir diğer sorunu miras olarak alacaktı.
Dünya köle ticareti Batı Afrika’dan Güney ve kuzey Amerika’ya, ve Kuzey ve Doğu Afrika’dan İslâm dünyasına doğru oluyordu. Osmanlı dünyasına ulaşıncaya kadar kölelerin yakalanması, taşınması surecinde vahşilik ve gaddarlık hakimdi ve hastalık, yorgunluk, kötü muameleden ölüm seviyesi yüksekti. Dünya ticaretinin üçte birinden yarıya kadarı İslâm dünyasına yönelikti. Osmanlı imparatorluğu şeriat ve sultanın kanunlarıyla yürütülüyordu. Şeriat kişisel hukuk, vakıf dinsel alanda egemendi. Sultanın kanunlarıysa idare, mali, ticari ve ceza kanunlarını belirliyordu. Köleler kişisel durumla ilgili olduğu için şeriat prensiplerine göre düzenlenmişti: Hadislerde kölelik durumu ve ilişkileri belirlenmiştir. Köle sahipliği ekonomik güce bağlıdır. Avrupa ve Amerikalardaki ebedi köleliğin aksine Osmanlılarda köleler sadece yasal olarak değil gerçek özgürlük olanaklarına sahiptir. Eğer sahibi köleyi besleyemezse, serbest bırakmak zorundadır. Belli bir para karşılığı, sahibinin ölümü, ve belli koşullara bağlı söz verme gibi nedenlerle köle özgürlüğüne kavuşabilir. Eğer mahkeme kesin bir karar veremeyecek durumla karşılaşırsa, karar özgürlüğün verilmesi yönündedir.
Güney ve Kuzey Amerika’yı işgal eden Avrupalılar katı ve insanlık dışı bir ırkçılıkla oranın özgür insanlarını esir alıp köleleştirdiler ve kendilerini sadece üstün bir olarak görmeyle kalmayıp ırkçı ve ırkçılığa dayanan düşmanca rejimler kurdular ve hala devam etmektedir. Osmanlı kölelik sisteminde köleler arasında renk, görev ve ırk farkı ve daha önemlisi, kölelere karşı yöneltilmiş ırkçı-düşmanlık ve ezme, yok etme yoktu. Gerçi beyaz köleler, özellikle beyaz kadınlar daha makbuldü ve evlenme yoluyla üst tabakalara ulaşma olanağı vardı.
Osmanlı imparatorluğunda kölelerin doğum politikasıyla köle çoğaltma pratiği yoktu, kölelerin cariye olarak alınması ve serbest bırakılmaları nedenleriyle sürekli dışarıdan getirilmesi gerekiyordu. Örneğin, 1840'larda yılda 10.000 köle yasal olarak ithal ediliyordu.
İmparatorluğun gerilemesi zenginliğin ve zenginlerinde ufalmasına neden oldu. Bu da köle talebini azalmasıyla sonuçlandı. Köle ticareti tamamiyle Afrika’dan yapılmaya başlandı.
Köle talebinin Anadolu’daki iki merkezi İstanbul ve İzmir’di.
Kölelerin ticareti kervanlarla ve gemilerle, sonradan da buharlı-gemilerle yapılıyordu.
1860'larda işi için satılan Afrikalı ve beyaz kölelerin fiyatı yirmi ile 30 lira arası değişiyordu. Cariyelik için alınan beyaz kölelerin fiyatları 20 ile 70 lira arası değişiyordu. Beyaz çocuklar 30 liraya satılıyordu (Toledano,1982).
Siyah köleler ev içinde kullanılıyordu. Bunlar Sudan ve Sub-saharadan Mısır veya Osmanlı-kuzey Afrika yoluyla getiriliyordu. Habeş köleler Hicaz ve Mısır yoluyla getirildiler.
Beyaz köleler hem evde hem de askeri amaçlarla kullanmak için Kara denizin Doğu ve batı kıyılarındandı.
18 ve 19. Yüzyıllarda ağırlık ev-hizmetinde kullanılan Afrikalı kadınlardı. Bunun yanında bazı Çerkez ve Gürcü kadınlar kullanılıyordu. Çerkez kadınlar kentlerdeki üst-sınıf haremlerine kadar yükseldiler. Bugün Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da köleleştirilmiş ırklara karşı en cahil insan bile ırkçı bir tutuma sahiptir. Türkiye'de Çerkez ve Gürcü kadınların bir zamanlar köle olduğunu bile kimse bilmez.
Zenci ve Habeşler çoğu kez Kızıl Deniz, İran Körfezi, Hint Okyanusunda inci-toplama dalgıçları, kürek-çekici (forsa) ve seyahat-kayığı çalışanı olarak kullanıldı.
Tarım köleliği çok önemsiz bir kapsamdaydı. Bu kölelik 1860'lardaki Kafkaslardan gelen Çerkez göçü sonucu arttı. Göç edenler kendi kölelerini getirdiler ve devletin verdiği toprağa yerleştiler.
Evcil-kölelik, cariye\odalık ve ev dışında-çalışan kölelik yoğundu. Tarımda kullanılan kölelik Batıdaki gibi geniş toprak sahiplerinin kurduğu bir sistemden farklı olarak küçük birimler halindeydi.
Osmanlılarda Tanzimat’ın başlangıçlarında zayıflayan kölelik sistemi ve artan direnişlerle hem pratikte hem de yasal olarak kalkmamaya başladı. Köleliğin yasal olarak ortadan kalkışı ve devletin bu yasaları uygulamadaki titizliğinde o dönemdeki ekonomik krizler, İngilizlerin liderliğindeki köleleri azad etme baskıları ve siyasal modernleşme (Tanzimat ve meşrutiyet) çabalarının etkisi büyüktür.
1847'de İstanbul’daki, köle pazarı kaldırıldı.
Köle vergisi 1857 fermanıyla yasaklandı. Vergi %9 köle fiyatı ve % 10 harç olarak alınıyordu.
1855'de Çerkez ve Gürcü köle ticareti yasaklandı.
1866'da Mandıra (Edirne) köleler ve sahipler çatışmaya girdiler. Köleler özgürlük istiyordu. 1874'de Çorlu Tekirdağ’da Çerkez köleler özgürlük için başkaldırdı. Sahipler silahlarla karşılık verdi. Edine valisi orduyu gönderdi ve sahiplerden silahlarını bırakmasını istedi. Çerkez kölelerine özgürlük ve işledikleri topraklar verildi, böylece yeniden kölelik durumuna düşmelerinin önüne geçildi.
1978-79'da Kastamonu’da eski Abaza göçmenleri yenileri üzerinde hak iddia ettiler. Başkaldırı oldu, bazıları Kafkasya’ya dönmek istedi. Devlet Şurası ülkeye göç eden herkesin hür olduğu kararını verdi. Bunu Abaza kölelerinin Trabzon’da ve Sivas’taki borç-köleliği bağından kurtulma direnişi takip etti. Tekrar özgür oldukları kararı verildi.
İkinci Abdulhamit özgürlüğü verilen kölelerin tekrar kölelik durumuna düşmelerini önlemek için askeri bandolarda ve birimlerde (özellikle deniz gücünde) yer verilmesini öngördü.
Osmanlı imparatorluğunun gerilemesiyle birlikte kölelerin azadı da arttı. Fakat ev işinde çalışan ve kendini ailenin bir parçası olarak görme ilişkisinin egemen olduğu Osmanlı kölelik biçiminde serbest bırakılan köleler gitmeyip arzularıyla ev hizmetinde kalmayı tercih ettiler. Bunun elbette önde gelen nedeni kölenin önündeki alternatiflerin iç açıcı olmaması ve aynı zamanda köleliği sırasında kurulan bağ ve bu alternatifler ve bağla gelen vuruluştur. Bu vuruluş sahibine hem ekonomik hem de duygusal bağımlılığı ifade eder. Bu tür vurgunluk hissini Latin Amerika'da vahşice muamele gören ve sürekli gaddarlıkla ezilen yerli-köleler arasında bulmak olanağı azdır: Köle zincirinin ağırlığı altında iki büklüm bırakılmıştır ve pozitif duygu geliştirme olanağı hunhar ve ırkçı ilişki biçiminde yoktur. Bu nedenle, eğer bu kölenin eline fırsat geçerse hem çeker gider hem de sahibini bir kaşık suda boğmaktan zevk alır.
Osmanlılarda askeri-köleliğin özel bir biçimi 17. yüzyıla kadar yeniçeriler sistemiyle yürütülüyordu. İmparatorluğun duraklaması ve gerilemesiyle birlikte yeniçerilik sistemi de geriledi, yozlaştı ve sonunda ortadan kalktı. Askeri köleliğin yeniçeriler in ortadan kalkmasıyla ortadan kalktığını iddia etmek köleliği çok sınırlı bir tanım içinde sınırlamaktır. Yeniçerilerin gidişiyle askeri kölelik önemli biçim değişimine uğradı. Sonradan zorunlu askeri hizmetin gelişiyle bir buçuk yıl ile savaş durumlarında on yılı geçen mecburi-askerlik şeklini aldı. Böylece Osmanlı sarayını ve kalıntılarını koruyanlar gavur çocukları olma yerine Türk çocukları oldular.
Yukarda anlattığım kölelikte, köle köleliğinin açıkça farkındadır. Kölenin toplumsal yapıda ve ilişkilerde konumlandırıldığı yer köleliği gizleyen bir karaktere sahip değildir. Osmanlı toplum düzeninde bu açık sahiplik-köleliği yanında, Avrupa feodal düzenindeki köylülerin durumuna benzerlik gösteren Osmanlı feodal ilişkilerinin kendine özgü toprağa bağımlı kölelik düzeni vardı. Gerçi Osmanlı düzeni, özellikle duraklama ve gerileme dönemi öncesine kadar Avrupa köylüsünün sömürülüşü oranında bir bağımlılık ve soygunla karşı karşıya değildi, fakat mülkiyet ilişkileri (sahiplik, kullanma ve vergiler) çiftçiyi ürettiğiyle hem kendini hem de devleti ve devletin temsilcisini besleyen bağımlı bir duruma sokmuştur.
Gerçekte Osmanlı devleti imparatorluğu toprakları 80-150 dönümlük araziye sahip olan özel çiftçi aileleri ve devlet mülkiyeti biçiminde idare ediliyordu. Devlet mülkiyetinde olan topraklar Osmanlı yönetici sınıfının eline verilmişti: Vezirler, beylerbeyleri (eyalet genel valileri) ve sancak beylerine "has" adıyla nitelenen topraklar verilmişti. Yönetici sınıfın üst kademesini oluşturan bu kişiler bu topraklarda oturmazlardı, fakat toprağı idare eder ve vergi gelirlerini (haraçları) bunlar toplarlardı. İkinci derecedeki memurlar ve eyalet askerleri subaylarına Zeamet adı verilen topraklar verilmişti. Tımarlı sipahilere ise üçüncü derecede az geliri olan Tımar toprakları verilirdi. Tımar sipahileri toprakta oturmak ve sipahi yetiştirmekle yükümlüydü. Devletin malı olan ve miri denilen bu topraklarda bu yöneticiler toprağın devlet adına sahipleriydi ve devletten para alma yerine bu topraklardan toplanan vergilerle geçinirlerdi. Bütün bu topraklarda çalışan köylüler ise toprağın ırsi ve ebedi kiracı-kullanıcısıydılar (Çağlar, 1979). Reaya denilen köylü kitleleri Osmanlı taşra teşkilatının tımar\dirlik sisteminin toprağa bağımlı teoride-özgür, fakat pratikte tutsak, işlemek zorunda olduğu toprağı terk edemeyen, köyünü terk etme olanakları elinden alınmış, terk edebilirse on yıl içinde geri getirilmesi yasalaştırılmış, reaya olarak doğup reaya olarak ölen, köleleriydi. Reaya bakılıp, korunan kalabalık anlamınadır. Soru:Kim kime, ne için ve nasıl "bakıyor ve kimi kim kimden koruyor? Osmanlı emperyalizminin işgal ettiği topraklarda (Haraciye) yaşayıp Harac-ı mukassem ve harac-ı Muvazzaf veren "gavurlar" ve Miri (memleket) topraklarında yaşayıp harac-ı mukassem (ürün) ve harac-ı muvazzaf (arazi) veren "Müslümanlar” kendilerini boyunduruluğa vuranlara karşı, boyunduruluğa vuranlar tarafından, boyunduruluğa vuranlara boyunduruluk haracı ödüyordu!. Teoride özgürdüler, çünkü toprağı ekmek ve çiftçilik yapmak zorunluluğu bırakıp gitme özgürlüğü izniyle ortadan kalkıyordu. İzin de "çift bozan" adlı bir vergi vererek gerçekleşebilirdi. Osmanlı dirlik sistemi etken bir biçimde Tanzimat’a kadar kaldığına göre, bu özgürlüğün kullanılamadığını gösterir. Kullananlar da ya başkaldıranlara katılıp "celali" oldular, ya eyalet yönetimine ücretli-köle asker olarak katılıp "kapı halkı" oldular, ya da kentlere gidip iş buldular veya işsizler arasına katılıp kahvelerde zar attılar.
Devlet topraklarında durum 16. yüzyılda değişerek İltizam ve zeamet yoluyla vergiler toplanmaya başlanmıştır: Yani vergileri toplamak bugünkü "özelleştirmeye" benzer bir şekilde mültezim ve emin denilen özel teşebbüse (tefecilere) açık artırmayla veriliyordu. Bunlar da kârlarını vergiyi çoğaltarak artırmak için ellerinden gelen her türlü dalavereye başvuruyorlardı. (Kamu teşkilatı polis, yanlış yere park edilmiş araba çekme ve çekilen yer, ödenen cezalar sistemindeki soygun düzenini düşünün, ne demek istediğimi hemen anlarsınız. Ya da Milli parkların kullanıma açık yerlerinin "özelleştirilmesi" biçimini düşünün.) Tanzimat’la tımar düzeni kaldırılmasıyla kullananların miras yoluyla tam mülkiyetine geçme süreci (tapulama) başladı. Aradan 150 yıl geçti, örneğin, Kayserinin Bünyan ilçesi eski Doğanlar köyünün arazisi kullananlara tapulanırken, devlet temsilcileri ve özel birkaç kişinin (ve bu arada elbette avukatların) çıkarını gerçekleştiren "kitabına uydurulmuş" dalavereler döndürüldü: Bu dalavereler sonucu hazine ve birkaç zengin çiftçi epey toprağın üstüne yattı, çünkü çoğu insanın ya avukata verecek parası yok (1994'de her tarla için 5-7 milyon lira), ya orada olmadığı için ilgilenmiyor, ya ortak mal olduğu için "bana ne 5 milyon etmeyecek payım için beş milyonu niye ödeyim ki" diye vazgeçiliyor. Tabi haddinden fazla "yanlışlıklar" (kasıtlı yanlışlıklar) yapıldığı için elbette mahkemeye verenler de epey var. Bu da hazineye mal edilen malların yeniden satışı yoluyla toprakların belli ellerde toplanmasını, belli kişilerin ve devletin cebine önemli miktarda para girmesini sağlıyor.
Göçebe aşiretler halinde yaşayanlar aşiret beyleri\şeyhler tarafından yönetiliyordu. Bu aşiret beyleri ve şeyhlerinden, (ve yerleşik toprak ağalığından) Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle aşiret toprak sahipliği geldi ve aşiretin köylüsü evi ve toprağıyla pratikte şeyhin\ağanın malı oldu. "Toprağın parçası" olma, Tanzimat ve sonrası "reformlar" ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde ekilen toprakların devlet malı olmaktan çıkıp belli ellerde toplanmasıyla, toprak reformları fiyaskolarından geçerek, toprağın sahibi “ağanın\şeyhin toprağının parçası" biçimine dönüştü.
Devletin gücünü yitirmesi ve ekonomik durumunun gerilemesiyle birlikte halkın sahipliğinde olan sınırlı topraklar (80-150 dönüm arası) arazi ve "öşür" denilen "çift resmi" vergileriyle vergilendirilmiş topraklar, ayan, eşraf, mutegallibe denilen kimselerin eline geçmeye başlamış ve köylüler topraklarından olmuştur. Ayni zamanda, ribâhor denilen faizciler çoğalmış ve vergisini ödeyemeyen köylünün elinden topraklarını alarak büyük çiftliklerin sahibi olmaya başlamışlardır. Sonradan bu da topraksız yerli ve göçebe tarım işçilerinin oluşmasına varmıştır.
Anadolu insanı haksız vergiler, faizcilik ve baskılar altında ürettiğini saklamadan levendat, celali ve eşkiyalık gibi mücadele ve başkaldırı yollarını seçmiştir.
Kent ve kasabalarda, esnafın ve tüccarın eli altında sömürülen ücretli veya karın tokluğuna çalışan işçiler\çıraklar işçi sınıfını oluşturuyordu. Osmanlılarda esnaf loncaları yasalarla zorunlu kılınmış küçük-burjuvazinin birliğiydi. Avrupa’daki sanayileşme ve burjuva sisteminin gelişip ekonomik ve siyasal gücü ele geçirmesi, Osmanlı imparatorluğunun feodal yapıyı değiştiremeyerek gerileyip dağılması, ve Avrupa sömürgeciliğinin sürekli saldırısı neticesi (örneğin 1838 Balta limanı ticaret anlaşmasıyla yabancı sermayeye verilen haklar) bu loncaların çoğu büyüme olanağını kaybetmiş ve yok olup kurulan ve kurulup yok olan küçük atölyeler sistemi çemberi içine girmişlerdir. Küçük esnafın bu "kuruluş - yaşama çabası - yok oluş - kuruluş" çemberi günümüzde de devam etmektedir. Esnafların işleriyle ilgili alanda tekelleşme olunca (örneğin bakkalların ve kasapların yerini büyük süpermarketlerin alması sürecinde), yok olma çoğalır ve kalanlar da olduğu yerde sayma mücadelesi verirler.
Üçüncü bir tür köleliğe geçelim: Askerlik. Osmanlı imparatorluğunda, özellikle duraklama devriyle başlayan dönem kapıkulu olarak nitelenen askeri güçlerin (yeniçeri ve sipahilerin) saray politikasında kullanılmasını da getirdi. Kapıkulları bu politikaların gerçekleşmesi için özellikle maaş (ekonomik çıkar) söz konusu edilerek isyana teşvik edildi. Askeri gücün her isyan tecrübesindeki başarısı saray politikasındaki etkenliklerini gösterdi. Bu da padişahın (Genç Osman) ve diğer yöneticilerin kafalarını kesme istemi ve gerçekleştirilmesine kadar gitti. Dördüncü Murat'ın tahttan indirilmesinde önemli rol oynadılar. Ordunun kendi ekonomik çıkarları ardında siyaset alanında rol oynayışı Türkiye Cumhuriyetinde de devam etti. Sivil güçlerin ordu üzerinde kontrol ve egemenlik kuramaması, ordunun istediği zaman sivil idareye el atmasını ve yönetime el koymasını kolaylaştırdı. Bugün Türk siyasal ve ekonomik hayatında ordu en önde gelen resmi bir çıkar ve baskı gücüdür. Bu gücün yönetici kadrosu altındakiler mecburi-askerlik sistemi içine sokulmuşlardır. Mecburi-askerlik köleliğinde egemen his (emirlere itaatsizlik nedeniyle kurşuna dizilme gibi) meşrulaştırılmış cinayet tehdidi ve diğer ağır cezalar karşısında duyulan korku ve dolayısıyla emirleri yerine getirmedir. Ordudan kaçış, eski-tutsak kölelerin sahiplerinden kaçışından çok daha kötü sonuçlar çıkarır: Hapis ve mecburi köleliğin süresinin bitmeyen bir melodiye dönüşü...
Osmanlı dilinde bazılarını hala kullandığımız kölelikle ilgili terimler şunlardı: Esir, esire ve üsera; köle ve cariye; memluk ve memluke; gülam ve halayık; azad etme, Arap... Esaret hala kullanılan kölelik anlamınadır. Sahip, efendi ve malik benzer anlamda kullanılıyordu. Esirci esir tüccarı yerine ve çoğulu olarak celeban kullanılıyordu. Esirlerin satıldığı yere esir pazarı deniyordu. Köle ticaretinde köle vergisi (pencik resmi) toplanıyordu. Zenciler için toplanan vergiye sera-i zenciye resmi adı veriliyordu. Bu da, devletin sadece köleliği benimsemekle kalmayıp, aynı zamanda kölelik sisteminden ekonomik çıkar sağladığını gösterir.
Osmanlılarda köleler kamu kölesi olarak devlet bürokrasisinde kullanılmıştır. Bu kölelere belli rütbeler verilmiştir: Durasaade ağası (padişahın harem ağasının başı olan kızlar ağası); Durasaade ağası vekili; Harem ağası; Çeşitli palaslardaki başkapı gülamı; Prensin evindeki bas ağa. Bu sistem 18. Yüzyılın ikinci yarısından sonra geriledi, sadece çok zenginler ve imparatorluk ailesi kız ağası tuttu. 1903'de imparator ailesi 194 kız ağasına sahipti. Kız ağaları satın alınmıyor, hediye olarak veriliyordu.
Kölelerin 1903'de çoğu serbest bırakılmıştı, fakat çoğu ailenin bir parçası olarak gördükleri ilişki biçimini terk etme yerine servislerine köle olarak değil hizmetçi olarak devam ettiler. Osmanlı geleneği zenginler arasında evlerinde hizmetçi tutarak devam ettirildi. Böylece kölelik sistemi hizmetçilik sistemine dönüştü. Zenginler evlerinde köle yerine hizmetçi tutmaya başladılar. Kapitalizmin kendini sorumluluktan azad eden "kullan ve at" düşünü tarzının egemenliğiyle, sonradan hizmetçi kapı dışarı edildi ve ücretli-gün işçisi durumuna düştü. Fakat gene de zengin aileler hem sömürü hem de prestij gösterisi olarak evlerinde hizmetçi tutmaya devam ettiler. Bugün bu az-zenginler arasında temizlikçi-kadın ilişkisi biçimine dönmüştür: Haftada bir veya iki gün parayla tutulan serbest köleler pazarı büyük kentlerde gelişmiştir. Bu sayede açlığa mahkum edilenlerin bazıları kendilerine ekmek parası kazanma olanağı sağlıyorlar.
Osmanlılarda 19. Yüzyıla kadar sahiplik-köleliği egemen biçimdi. Tanzimat’la başlayarak gelişen değişmeler sürecinde kölelik ekonomik sıkıntılar, imparatorluğun çöküşü ve kölelerin bağımsızlık için ayaklanışı ve devletin bu ayaklanmalarda köle sahiplerini tutup köleleri ezme yerine köleleri destekleyen yasalar ve fermanlarla hızla silinip gitmiştir. Eğer Osmanlı imparatorluğu Avrupalı işgalciler ve dil ve kültür özgürlüğü arayan azınlıkların boğazına sarılan günümüzün “demokratik” devletleri gibi vahşi tutumlarıyla karşılık verseydi, yeni Türkiye cumhuriyeti ciddi bir diğer sorunu miras olarak alacaktı.
Dünya köle ticareti Batı Afrika’dan Güney ve kuzey Amerika’ya, ve Kuzey ve Doğu Afrika’dan İslâm dünyasına doğru oluyordu. Osmanlı dünyasına ulaşıncaya kadar kölelerin yakalanması, taşınması surecinde vahşilik ve gaddarlık hakimdi ve hastalık, yorgunluk, kötü muameleden ölüm seviyesi yüksekti. Dünya ticaretinin üçte birinden yarıya kadarı İslâm dünyasına yönelikti. Osmanlı imparatorluğu şeriat ve sultanın kanunlarıyla yürütülüyordu. Şeriat kişisel hukuk, vakıf dinsel alanda egemendi. Sultanın kanunlarıysa idare, mali, ticari ve ceza kanunlarını belirliyordu. Köleler kişisel durumla ilgili olduğu için şeriat prensiplerine göre düzenlenmişti: Hadislerde kölelik durumu ve ilişkileri belirlenmiştir. Köle sahipliği ekonomik güce bağlıdır. Avrupa ve Amerikalardaki ebedi köleliğin aksine Osmanlılarda köleler sadece yasal olarak değil gerçek özgürlük olanaklarına sahiptir. Eğer sahibi köleyi besleyemezse, serbest bırakmak zorundadır. Belli bir para karşılığı, sahibinin ölümü, ve belli koşullara bağlı söz verme gibi nedenlerle köle özgürlüğüne kavuşabilir. Eğer mahkeme kesin bir karar veremeyecek durumla karşılaşırsa, karar özgürlüğün verilmesi yönündedir.
Güney ve Kuzey Amerika’yı işgal eden Avrupalılar katı ve insanlık dışı bir ırkçılıkla oranın özgür insanlarını esir alıp köleleştirdiler ve kendilerini sadece üstün bir olarak görmeyle kalmayıp ırkçı ve ırkçılığa dayanan düşmanca rejimler kurdular ve hala devam etmektedir. Osmanlı kölelik sisteminde köleler arasında renk, görev ve ırk farkı ve daha önemlisi, kölelere karşı yöneltilmiş ırkçı-düşmanlık ve ezme, yok etme yoktu. Gerçi beyaz köleler, özellikle beyaz kadınlar daha makbuldü ve evlenme yoluyla üst tabakalara ulaşma olanağı vardı.
Osmanlı imparatorluğunda kölelerin doğum politikasıyla köle çoğaltma pratiği yoktu, kölelerin cariye olarak alınması ve serbest bırakılmaları nedenleriyle sürekli dışarıdan getirilmesi gerekiyordu. Örneğin, 1840'larda yılda 10.000 köle yasal olarak ithal ediliyordu.
İmparatorluğun gerilemesi zenginliğin ve zenginlerinde ufalmasına neden oldu. Bu da köle talebini azalmasıyla sonuçlandı. Köle ticareti tamamiyle Afrika’dan yapılmaya başlandı.
Köle talebinin Anadolu’daki iki merkezi İstanbul ve İzmir’di.
Kölelerin ticareti kervanlarla ve gemilerle, sonradan da buharlı-gemilerle yapılıyordu.
1860'larda işi için satılan Afrikalı ve beyaz kölelerin fiyatı yirmi ile 30 lira arası değişiyordu. Cariyelik için alınan beyaz kölelerin fiyatları 20 ile 70 lira arası değişiyordu. Beyaz çocuklar 30 liraya satılıyordu (Toledano,1982).
Siyah köleler ev içinde kullanılıyordu. Bunlar Sudan ve Sub-saharadan Mısır veya Osmanlı-kuzey Afrika yoluyla getiriliyordu. Habeş köleler Hicaz ve Mısır yoluyla getirildiler.
Beyaz köleler hem evde hem de askeri amaçlarla kullanmak için Kara denizin Doğu ve batı kıyılarındandı.
18 ve 19. Yüzyıllarda ağırlık ev-hizmetinde kullanılan Afrikalı kadınlardı. Bunun yanında bazı Çerkez ve Gürcü kadınlar kullanılıyordu. Çerkez kadınlar kentlerdeki üst-sınıf haremlerine kadar yükseldiler. Bugün Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da köleleştirilmiş ırklara karşı en cahil insan bile ırkçı bir tutuma sahiptir. Türkiye'de Çerkez ve Gürcü kadınların bir zamanlar köle olduğunu bile kimse bilmez.
Zenci ve Habeşler çoğu kez Kızıl Deniz, İran Körfezi, Hint Okyanusunda inci-toplama dalgıçları, kürek-çekici (forsa) ve seyahat-kayığı çalışanı olarak kullanıldı.
Tarım köleliği çok önemsiz bir kapsamdaydı. Bu kölelik 1860'lardaki Kafkaslardan gelen Çerkez göçü sonucu arttı. Göç edenler kendi kölelerini getirdiler ve devletin verdiği toprağa yerleştiler.
Evcil-kölelik, cariye\odalık ve ev dışında-çalışan kölelik yoğundu. Tarımda kullanılan kölelik Batıdaki gibi geniş toprak sahiplerinin kurduğu bir sistemden farklı olarak küçük birimler halindeydi.
Osmanlılarda Tanzimat’ın başlangıçlarında zayıflayan kölelik sistemi ve artan direnişlerle hem pratikte hem de yasal olarak kalkmamaya başladı. Köleliğin yasal olarak ortadan kalkışı ve devletin bu yasaları uygulamadaki titizliğinde o dönemdeki ekonomik krizler, İngilizlerin liderliğindeki köleleri azad etme baskıları ve siyasal modernleşme (Tanzimat ve meşrutiyet) çabalarının etkisi büyüktür.
1847'de İstanbul’daki, köle pazarı kaldırıldı.
Köle vergisi 1857 fermanıyla yasaklandı. Vergi %9 köle fiyatı ve % 10 harç olarak alınıyordu.
1855'de Çerkez ve Gürcü köle ticareti yasaklandı.
1866'da Mandıra (Edirne) köleler ve sahipler çatışmaya girdiler. Köleler özgürlük istiyordu. 1874'de Çorlu Tekirdağ’da Çerkez köleler özgürlük için başkaldırdı. Sahipler silahlarla karşılık verdi. Edine valisi orduyu gönderdi ve sahiplerden silahlarını bırakmasını istedi. Çerkez kölelerine özgürlük ve işledikleri topraklar verildi, böylece yeniden kölelik durumuna düşmelerinin önüne geçildi.
1978-79'da Kastamonu’da eski Abaza göçmenleri yenileri üzerinde hak iddia ettiler. Başkaldırı oldu, bazıları Kafkasya’ya dönmek istedi. Devlet Şurası ülkeye göç eden herkesin hür olduğu kararını verdi. Bunu Abaza kölelerinin Trabzon’da ve Sivas’taki borç-köleliği bağından kurtulma direnişi takip etti. Tekrar özgür oldukları kararı verildi.
İkinci Abdulhamit özgürlüğü verilen kölelerin tekrar kölelik durumuna düşmelerini önlemek için askeri bandolarda ve birimlerde (özellikle deniz gücünde) yer verilmesini öngördü.
Osmanlı imparatorluğunun gerilemesiyle birlikte kölelerin azadı da arttı. Fakat ev işinde çalışan ve kendini ailenin bir parçası olarak görme ilişkisinin egemen olduğu Osmanlı kölelik biçiminde serbest bırakılan köleler gitmeyip arzularıyla ev hizmetinde kalmayı tercih ettiler. Bunun elbette önde gelen nedeni kölenin önündeki alternatiflerin iç açıcı olmaması ve aynı zamanda köleliği sırasında kurulan bağ ve bu alternatifler ve bağla gelen vuruluştur. Bu vuruluş sahibine hem ekonomik hem de duygusal bağımlılığı ifade eder. Bu tür vurgunluk hissini Latin Amerika'da vahşice muamele gören ve sürekli gaddarlıkla ezilen yerli-köleler arasında bulmak olanağı azdır: Köle zincirinin ağırlığı altında iki büklüm bırakılmıştır ve pozitif duygu geliştirme olanağı hunhar ve ırkçı ilişki biçiminde yoktur. Bu nedenle, eğer bu kölenin eline fırsat geçerse hem çeker gider hem de sahibini bir kaşık suda boğmaktan zevk alır.
Osmanlılarda askeri-köleliğin özel bir biçimi 17. yüzyıla kadar yeniçeriler sistemiyle yürütülüyordu. İmparatorluğun duraklaması ve gerilemesiyle birlikte yeniçerilik sistemi de geriledi, yozlaştı ve sonunda ortadan kalktı. Askeri köleliğin yeniçeriler in ortadan kalkmasıyla ortadan kalktığını iddia etmek köleliği çok sınırlı bir tanım içinde sınırlamaktır. Yeniçerilerin gidişiyle askeri kölelik önemli biçim değişimine uğradı. Sonradan zorunlu askeri hizmetin gelişiyle bir buçuk yıl ile savaş durumlarında on yılı geçen mecburi-askerlik şeklini aldı. Böylece Osmanlı sarayını ve kalıntılarını koruyanlar gavur çocukları olma yerine Türk çocukları oldular.
Yukarda anlattığım kölelikte, köle köleliğinin açıkça farkındadır. Kölenin toplumsal yapıda ve ilişkilerde konumlandırıldığı yer köleliği gizleyen bir karaktere sahip değildir. Osmanlı toplum düzeninde bu açık sahiplik-köleliği yanında, Avrupa feodal düzenindeki köylülerin durumuna benzerlik gösteren Osmanlı feodal ilişkilerinin kendine özgü toprağa bağımlı kölelik düzeni vardı. Gerçi Osmanlı düzeni, özellikle duraklama ve gerileme dönemi öncesine kadar Avrupa köylüsünün sömürülüşü oranında bir bağımlılık ve soygunla karşı karşıya değildi, fakat mülkiyet ilişkileri (sahiplik, kullanma ve vergiler) çiftçiyi ürettiğiyle hem kendini hem de devleti ve devletin temsilcisini besleyen bağımlı bir duruma sokmuştur.
Gerçekte Osmanlı devleti imparatorluğu toprakları 80-150 dönümlük araziye sahip olan özel çiftçi aileleri ve devlet mülkiyeti biçiminde idare ediliyordu. Devlet mülkiyetinde olan topraklar Osmanlı yönetici sınıfının eline verilmişti: Vezirler, beylerbeyleri (eyalet genel valileri) ve sancak beylerine "has" adıyla nitelenen topraklar verilmişti. Yönetici sınıfın üst kademesini oluşturan bu kişiler bu topraklarda oturmazlardı, fakat toprağı idare eder ve vergi gelirlerini (haraçları) bunlar toplarlardı. İkinci derecedeki memurlar ve eyalet askerleri subaylarına Zeamet adı verilen topraklar verilmişti. Tımarlı sipahilere ise üçüncü derecede az geliri olan Tımar toprakları verilirdi. Tımar sipahileri toprakta oturmak ve sipahi yetiştirmekle yükümlüydü. Devletin malı olan ve miri denilen bu topraklarda bu yöneticiler toprağın devlet adına sahipleriydi ve devletten para alma yerine bu topraklardan toplanan vergilerle geçinirlerdi. Bütün bu topraklarda çalışan köylüler ise toprağın ırsi ve ebedi kiracı-kullanıcısıydılar (Çağlar, 1979). Reaya denilen köylü kitleleri Osmanlı taşra teşkilatının tımar\dirlik sisteminin toprağa bağımlı teoride-özgür, fakat pratikte tutsak, işlemek zorunda olduğu toprağı terk edemeyen, köyünü terk etme olanakları elinden alınmış, terk edebilirse on yıl içinde geri getirilmesi yasalaştırılmış, reaya olarak doğup reaya olarak ölen, köleleriydi. Reaya bakılıp, korunan kalabalık anlamınadır. Soru:Kim kime, ne için ve nasıl "bakıyor ve kimi kim kimden koruyor? Osmanlı emperyalizminin işgal ettiği topraklarda (Haraciye) yaşayıp Harac-ı mukassem ve harac-ı Muvazzaf veren "gavurlar" ve Miri (memleket) topraklarında yaşayıp harac-ı mukassem (ürün) ve harac-ı muvazzaf (arazi) veren "Müslümanlar” kendilerini boyunduruluğa vuranlara karşı, boyunduruluğa vuranlar tarafından, boyunduruluğa vuranlara boyunduruluk haracı ödüyordu!. Teoride özgürdüler, çünkü toprağı ekmek ve çiftçilik yapmak zorunluluğu bırakıp gitme özgürlüğü izniyle ortadan kalkıyordu. İzin de "çift bozan" adlı bir vergi vererek gerçekleşebilirdi. Osmanlı dirlik sistemi etken bir biçimde Tanzimat’a kadar kaldığına göre, bu özgürlüğün kullanılamadığını gösterir. Kullananlar da ya başkaldıranlara katılıp "celali" oldular, ya eyalet yönetimine ücretli-köle asker olarak katılıp "kapı halkı" oldular, ya da kentlere gidip iş buldular veya işsizler arasına katılıp kahvelerde zar attılar.
Devlet topraklarında durum 16. yüzyılda değişerek İltizam ve zeamet yoluyla vergiler toplanmaya başlanmıştır: Yani vergileri toplamak bugünkü "özelleştirmeye" benzer bir şekilde mültezim ve emin denilen özel teşebbüse (tefecilere) açık artırmayla veriliyordu. Bunlar da kârlarını vergiyi çoğaltarak artırmak için ellerinden gelen her türlü dalavereye başvuruyorlardı. (Kamu teşkilatı polis, yanlış yere park edilmiş araba çekme ve çekilen yer, ödenen cezalar sistemindeki soygun düzenini düşünün, ne demek istediğimi hemen anlarsınız. Ya da Milli parkların kullanıma açık yerlerinin "özelleştirilmesi" biçimini düşünün.) Tanzimat’la tımar düzeni kaldırılmasıyla kullananların miras yoluyla tam mülkiyetine geçme süreci (tapulama) başladı. Aradan 150 yıl geçti, örneğin, Kayserinin Bünyan ilçesi eski Doğanlar köyünün arazisi kullananlara tapulanırken, devlet temsilcileri ve özel birkaç kişinin (ve bu arada elbette avukatların) çıkarını gerçekleştiren "kitabına uydurulmuş" dalavereler döndürüldü: Bu dalavereler sonucu hazine ve birkaç zengin çiftçi epey toprağın üstüne yattı, çünkü çoğu insanın ya avukata verecek parası yok (1994'de her tarla için 5-7 milyon lira), ya orada olmadığı için ilgilenmiyor, ya ortak mal olduğu için "bana ne 5 milyon etmeyecek payım için beş milyonu niye ödeyim ki" diye vazgeçiliyor. Tabi haddinden fazla "yanlışlıklar" (kasıtlı yanlışlıklar) yapıldığı için elbette mahkemeye verenler de epey var. Bu da hazineye mal edilen malların yeniden satışı yoluyla toprakların belli ellerde toplanmasını, belli kişilerin ve devletin cebine önemli miktarda para girmesini sağlıyor.
Göçebe aşiretler halinde yaşayanlar aşiret beyleri\şeyhler tarafından yönetiliyordu. Bu aşiret beyleri ve şeyhlerinden, (ve yerleşik toprak ağalığından) Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle aşiret toprak sahipliği geldi ve aşiretin köylüsü evi ve toprağıyla pratikte şeyhin\ağanın malı oldu. "Toprağın parçası" olma, Tanzimat ve sonrası "reformlar" ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde ekilen toprakların devlet malı olmaktan çıkıp belli ellerde toplanmasıyla, toprak reformları fiyaskolarından geçerek, toprağın sahibi “ağanın\şeyhin toprağının parçası" biçimine dönüştü.
Devletin gücünü yitirmesi ve ekonomik durumunun gerilemesiyle birlikte halkın sahipliğinde olan sınırlı topraklar (80-150 dönüm arası) arazi ve "öşür" denilen "çift resmi" vergileriyle vergilendirilmiş topraklar, ayan, eşraf, mutegallibe denilen kimselerin eline geçmeye başlamış ve köylüler topraklarından olmuştur. Ayni zamanda, ribâhor denilen faizciler çoğalmış ve vergisini ödeyemeyen köylünün elinden topraklarını alarak büyük çiftliklerin sahibi olmaya başlamışlardır. Sonradan bu da topraksız yerli ve göçebe tarım işçilerinin oluşmasına varmıştır.
Anadolu insanı haksız vergiler, faizcilik ve baskılar altında ürettiğini saklamadan levendat, celali ve eşkiyalık gibi mücadele ve başkaldırı yollarını seçmiştir.
Kent ve kasabalarda, esnafın ve tüccarın eli altında sömürülen ücretli veya karın tokluğuna çalışan işçiler\çıraklar işçi sınıfını oluşturuyordu. Osmanlılarda esnaf loncaları yasalarla zorunlu kılınmış küçük-burjuvazinin birliğiydi. Avrupa’daki sanayileşme ve burjuva sisteminin gelişip ekonomik ve siyasal gücü ele geçirmesi, Osmanlı imparatorluğunun feodal yapıyı değiştiremeyerek gerileyip dağılması, ve Avrupa sömürgeciliğinin sürekli saldırısı neticesi (örneğin 1838 Balta limanı ticaret anlaşmasıyla yabancı sermayeye verilen haklar) bu loncaların çoğu büyüme olanağını kaybetmiş ve yok olup kurulan ve kurulup yok olan küçük atölyeler sistemi çemberi içine girmişlerdir. Küçük esnafın bu "kuruluş - yaşama çabası - yok oluş - kuruluş" çemberi günümüzde de devam etmektedir. Esnafların işleriyle ilgili alanda tekelleşme olunca (örneğin bakkalların ve kasapların yerini büyük süpermarketlerin alması sürecinde), yok olma çoğalır ve kalanlar da olduğu yerde sayma mücadelesi verirler.
Üçüncü bir tür köleliğe geçelim: Askerlik. Osmanlı imparatorluğunda, özellikle duraklama devriyle başlayan dönem kapıkulu olarak nitelenen askeri güçlerin (yeniçeri ve sipahilerin) saray politikasında kullanılmasını da getirdi. Kapıkulları bu politikaların gerçekleşmesi için özellikle maaş (ekonomik çıkar) söz konusu edilerek isyana teşvik edildi. Askeri gücün her isyan tecrübesindeki başarısı saray politikasındaki etkenliklerini gösterdi. Bu da padişahın (Genç Osman) ve diğer yöneticilerin kafalarını kesme istemi ve gerçekleştirilmesine kadar gitti. Dördüncü Murat'ın tahttan indirilmesinde önemli rol oynadılar. Ordunun kendi ekonomik çıkarları ardında siyaset alanında rol oynayışı Türkiye Cumhuriyetinde de devam etti. Sivil güçlerin ordu üzerinde kontrol ve egemenlik kuramaması, ordunun istediği zaman sivil idareye el atmasını ve yönetime el koymasını kolaylaştırdı. Bugün Türk siyasal ve ekonomik hayatında ordu en önde gelen resmi bir çıkar ve baskı gücüdür. Bu gücün yönetici kadrosu altındakiler mecburi-askerlik sistemi içine sokulmuşlardır. Mecburi-askerlik köleliğinde egemen his (emirlere itaatsizlik nedeniyle kurşuna dizilme gibi) meşrulaştırılmış cinayet tehdidi ve diğer ağır cezalar karşısında duyulan korku ve dolayısıyla emirleri yerine getirmedir. Ordudan kaçış, eski-tutsak kölelerin sahiplerinden kaçışından çok daha kötü sonuçlar çıkarır: Hapis ve mecburi köleliğin süresinin bitmeyen bir melodiye dönüşü...
0 yorum:
Yorum Gönder