29 Eylül 2007 Cumartesi

Millî Teşkilât (Teşkilat-ı Milliye)

Millî Teşkilâtın gücü ve kapsamı Millî Teşkilât ve İttihatçılık-Millî Teşkilât ve Müslüman olmayan unsurlar- Millî Teşkilât ve Yabancılarla İlişkileri- Millî Teşkilât ve Seçimler-Mustafa Kemal Paşanın Milletvekilliği.
Yenigün gazetesinin Sivas’ta bulunan özel muhabiri ile görüşme.

-Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Teşkilâtının gücü ve kapsamı nedir?
Ateşkesten sonra millet iki büyük felâket altında kalmıştı. Bunlardan birincisi, vatan ve milletin içine düştüğü haksız uygulamalar, ikincisi de eski hükûmetin saldırılar sırasında âdeta Yunanlılarla işbirliği eder gibi hareket etmesidir. Bu iki büyük neden ülkenin her tarafında ayaklanma oluşturdu. Ülkemizin her tarafına etki etmiş olan aynı nedenler aynı amaç doğrultusunda her yerde Millî Teşkilâtlar oluşturulması sonucunu vermiştir ve sonuçta bütün bu dağınık teşkilâtlar birleşerek ülkeyi kapsamıştır.
S- Millî Teşkilâtın ittihatçı kışkırtması olduğu yönünde bir söylenti var. Bu konudaki görüşleriniz hangi yöndedir.
C- Teşkilâtımızın ne gibi millî nedenlerden doğduğunu açıkladım. Bunun üzerine gerçek amacımız vatanı ve milleti kurtarmak olduğuna göre karşımızda iki düşman kurumun bulunması doğaldır. Bunlardan biri, şahsi menfaatleri için çoğunluğu feda eden eski hükûmet, ikincisi ise yok olmamızı bekleyen birtakım iç düşmanlarımızdır. Bunlar dünya önünde millî hareketi karalamak ve kendilerini kurtarmak için zaman gereği, güçlü bir silâha sahipti. Bu silâh ise ittihatçılık iftirası idi. Fakat gerek gerçekleştirilen millî işler ve gerekse hükûmetin değişiminde gösterdiğimiz tarafsızlık, dünya kamuoyunda, aşağılık ihtiraslardan ne kadar uzak olduğumuzu kanıtladı. Bize ittihatçı diyenler unutuyorlar ki, Millî hareket, bütün Millet tarafından uygulanıyor. Eğer işin içinde illâ ittihatçılığın olması gerekiyorsa, bütün milletin ittihatçılıkla suçlanması gerekiyor. Fazla olarak, gerek şimdiye kadar yayınladığımız bildirgelerle ve gerekse genel kongrede kabul edilen yeminle, hiçbir partiye üye olmadığımızı ve ittihatçılıkla da ilgimiz olmadığını dünyaya açıkladık. Hatta, Padişah bile son açıklamalarında, Millî Teşkilâtın yalnızca millî sebeplerden doğduğunu ilân buyurmuşlardı. Fakat Ferit Paşa Hükûmeti yalnız millete değil (Tan) gazetesi yazarına da Anadolu hareketinin ittihatçı kışkırtmasından doğduğunu söyledi. Artık böyle bir iddiaya nasıl değer verebiliriz? Bir silâh olarak bunu kullanmak isteyen Ferit Paşa, Trabzon ve Samsun’dan Anadolu’ya akın akın Bolşevikler geldiğini illere resmî telgraflarla duyurarak ilân etmek zavallılığını göstermiştir.
S- Millî Teşkilâtın Müslüman olmayan unsurlara karşı birtakım yönelimlerinin olduğuna dair bir söylenti vardır. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir ve Millî Teşkilât ile Müslüman olmayan unsurlarla ilişkileri ne doğrultudadır?
C- Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum ki, Millî Teşkilâtın Müslüman olmayan unsurlara karşı hiçbir gizli, saklı düşüncesi yoktur. Üstelik bazı Müslüman olmayan unsurların devlet ve milletimize karşı bazı kışkırtma ve girişimlerde bulunacak kadar zararlı düşünceler besledikleri olaylar ve belgelerle tespit edilmişse de, yasal haklarına dayanan milletimizin sükûn ve ciddiyeti karşısında hiçbir sonuç alamayacaklarını anladıkları düşünülebilir. Bu durumda arada hiçbir terslik nedeni kalmayacaktır. Biz onların her türlü doğal haklarını sağlayarak, halklar arası bir denge ve uyum yaratmayı esas amaçlarımızdan sayıyoruz.
S- Yabancılarla ilişkileriniz nasıldır?
C- Şimdiye kadar gerek tesadüfen ve gerekse Anadolu durumunu incelemek için görevlendirilip bu bölgeye gelen çeşitli milletlerden olan yabancıların birçoklarıyla temas edildi. Bunların bize söyledikleri ilk izlenimleri, uzaktan müthiş bir madde gibi zihinlerinde canlandırdıkları Anadolu’yu, tam tersine dikkate değer bir sükûn ve güvenlik içinde görmekten doğan şaşkınlıkları oluyordu. Özellikle, Millî Teşkilâtın genişliği ve önemiyle, milletin birlik ve kararlılığını gözleriyle görüp, genel isteklerimizi etraflıca araştırdıkları zaman, millî isteklerimizin yasallığı ile teşkilâtımızın temiz manevîyatı hakkında ülkelerin kamuoyuna tekrar tekrar raporlar yazmaktan geri kalmadılar. Bu şekilde bugün Avrupa ve Amerika’da gerçeğin ortaya çıkmaya başladığını görmekle memnun oluyoruz.
S- Genellikle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin en çok Temsil Heyeti’nin seçimler sırasındaki durumu ve faaliyeti ne olacak?
C- Topluluğumuz, bir siyasî parti değildir. Bu nedenle seçimler sırasında, ne cemiyetin genelinin, ne de hususî olarak Temsilciler Kurulu’nun doğrudan doğruya hiçbir etkinliği ve girişimi olmayacaktır. Bu nedenle bu konuda bize düşen görev, çağdaş hukuktan yararlanan vatan evlatlarına düşen millî görevin tamamıyla aynıdır. Yalnız bizim bu konuda fazla olarak söyleyebileceğimiz tek söz varsa o da milletin çoğunluğunu temsil edip en önemli millî mukadderatımız (gelecek) hakkında belirli birtakım esaslara sahip olduğumuzdan bu esasları savunmak ve bunları müdafaa edecek bir milletvekilleri çoğunluğunun seçilmesini dilemekten ibarettir.
S- Siz, milletvekilliğine adaylığınızı koyacak mısınız?
C- Ben yalnız vatanıma ve milletime böyle tarihî bir anda tamamıyla kendimi verebilmek amacıyla kutsal görevimden ayrılıp kendimi sine-i millete emanet ettim. Bunu yaparken milletin sıradan bir üyesi olarak elimden gelen fedakârlığı göstermek kararlılığındaydım. Bu nedenle tamamıyla milletimin iradesine bağlıyım. Eğer millet beni milletvekili olarak seçmek istediğini belirtirse memnuniyetle kabul ederim. Fakat kendiliğimden hiçbir girişimde bulunmayacağım.

28 Eylül 2007 Cuma

Osmanlı Padişahları Mumyalandı mı?

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1975 yılında Türk Tarih Kurumu’nun çıkarttığı hacimli üç aylık “Belleten” dergisinde Topkapı Sarayı Arşivlerine dayandırarak Fatih Sultan Mehmed’in ölümünü anlatıyor.

“...Fatih Sultan Mehmed’in gasl edilmesi de elemli olmuştur. Yazın sıcağında on günden ziyade elbisesi ile kapalı kalan ceset koktuğundan yanına kimse gidememiş Baltacılar Kethüdası Kasım ile ânın usta dediği tahnit memuru ölüyü beraber soyup dahili ağşasını (iç organlarını) çıkarmak sûretiyle mumyaladıktan sonra kefenlenmiştir ve sonra da merasimle defnedilmiştir.” Uzunçarşılı, Fatih’in defin işlemini anlattığı yukarıdaki paragrafa düştüğü dipnotla daha da şaşırtıyor bizi ve hiç de dolaylı bir anlatım yolu seçmiyor; “Osmanlı padişahlarından Osman Gazi, Murat Hüdâvendigâr, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed, İkinci Murad’ın cesetleri muhtelif sebeblerle mumyalıdır. Emir Süleyman Çelebi ile Musa Çelebi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın cesetleri de mumyalıdır.”

Uzunçarşılı son baskısı 1988’de yapılan Türk Tarih Kurumu etiketli Osmanlı Tarihi 1. cildinde İstanbul’un fethine kadarki dönemi ele alırken Osmanlı sultanlarının ölümleri ve defin işlemlerine de yer veriyor.

Yaralı Sırp asilzadesi tarafından savaş meydanında şehid edilen Sultan Murat’ın Bursa’ya getirilişini şöyle anlatıyor Uzunçarşılı; “Sultan Murat’ın cesedi tahnit edilerek Bursa’da Çekirge’de yaptırmış olduğu türbesine gönderilerek ağşâ—ı dahiliyesi(iç organları) vefat ettiği yere gömülmüş ve üzerine türbe yapılarak zamanımıza yakın devre kadar “Meşhed—i Hüdâvendigâr” adıyle devam etmiştir.” Kosova’dan Bursa’ya götürülen cesedin mumyalanmadan korunması mümkün gözükmemektedir.

Yıldırım Bayezid’in ölümünü müteakip cesedinin tahnit edilerek Akşehir’e Mahmut Hayrâni türbesine konulduğu yazılıyor. Sonra, Timur, Semerkant’a dönerken cesedin “hükümdarlara mahsus merasimle defnedilmesi” tavsiyesiyle birlikte oğlu Musa Çelebi’ye teslim ediyor.

Yıldırım Bayezid’den sonra Osmanlı’yı toparlayan Çelebi Mehmet’in ölümü Sultan Murad’ın Bursa’ya gelmesine kadar kırk gün gizlenir. Rum tarihçisi Dukas, Mırmıroğlu tercümesinde olayı şöyle anlatıyor: “Edirne sarayında vefat eden Sultan Mehmet’in cesedi kırk gün sarayda saklandı ve ölümünü dört kişiden başka kimse bilmiyordu. Bilenler, Bayezid, İbrahim ve iki hekim. (Uzunçarşılı, Hacı İvaz Paşa’yı da ekliyor.) Bunlar her gün saraya gidip çıkıyorlardı tedavi için etraftan ilâçlar getiriliyor diye ortalığın şüphesini uyandırmak istemiyorlardı. Hekimler ölünün karnını açarak bağırsak, ak ve kara ciğerlerini çıkarıp cesedin içini kâmilen yıkadılar ve cesetten çıkardıkları maddeleri ölünün bulunduğu odayı kazarak gömdüler ve sonra cesede ıtriyat sürdüler ve kefenlediler ve hayatta imiş gibi yatağa yatırdılar.” Uzunçarşılı Çelebi Mehmet için Belleten’de “mumyalandı” diyor.

Mustafa Armağan’ın Bursa Yeşil Türbe’de Başbakanlığın izniyle araştırma yapan Kâzım Baykal’dan aktardığına göre “Çelebi Mehmet’in cenazesi ne mumyalanmış ne de gömülmüştür”. Fakat, tabutu girişteki mumyalığa konmuştur. Burada Selçuklular’dan gelen bir gelenek devam etmekle beraber yapılan tahnit işleminin daha zayıf kaldığı ya da daha zayıf uygulandığı sonucuna varılabilir belki. Fakat, tahnit edilen son padişah Kanuni Sultan Süleyman’a kuvvetli bir tahnit tekniği uygulanmıştır, belki de öyle gerekmiştir.

Kanuni’nin mumyalanması

Sokollu, Kanuni’nin ölümünü vezirlerden bile saklar. Necdet Sakaoğlu’nun Bu Mülkün Sultanları kitabından devam edelim: “Tabib İbn Kaysun, İmam Derviş Efendi ve rikâbdar Mustafa Ağa ve Musâ Ağa ve Hasan Ağa, cümlesi on iki nefer kimesne mübarek cesedini gasledüp tekfin eyleyüp namazunu kılup tabut ile taht altında emanet kodular.” Sakaoğlu tarihçi Selaniki’ye dayanarak şunları yazıyor; iç organları çadırında yatağının bulunduğu yere gömülerek cesedi tahnit edildi. Tahnit işlemi türlü ilaçlar, misk ve amberlerle yapılıp ceset sımsıkı muşambalara sarılarak bir tabuta yerleştirildi; tarihçilerin deyimiyle Sokollu, Kanuni’yi âdeta pastırma yaptı! Kanuni’nin ölüm tarihi de 21 Haziran. Yaz sıcağının en kuvvetli olduğu bir zamanda koca padişah mumyalanmış olarak 48 gün saklanıyor.

Beni rahmetten mahrum etmeyin

Sultan II. Murat nüzûl isabetiyle 3 Şubat 1451’de vefat etti; cesedi tahnit edilip, Halil Paşa tarafından oğlu Manisa Valisi Şehzade Mehmed’e acele haber gönderildi. O gelinceye kadar ölüsü muhafaza olundu. 16 gün sona oğlu gelerek hükümdar ilân edildikten sonra vasiyetnâmesi mucibince cesedi Bursa’ya naklonularak türbesine defnedildi. Yanına hiç bir kimsenin konulmamasını vasiyetinde kendisi istemiştir. Sultan 2. Murat vasiyetinde öldükten sonra mumyavâri bir defin istememiş fakat Uzunçarşılı’nın anlattığına göre o da kısmen “tahnit” edilmiş.

Aşıkpaşazâde tarihinde II. Murat’ın vasiyetnâmesinde “Beni bu rahmetten mahrum etmeyin” dediği ve mezarının üstünün açık olmasını vasiyet ettiği söyleniyor. II. Murat mumyalanmak istemiyor, çünkü Allah’ın rahmetinden mahrum olmaktan korkuyor. Bu da o dönem yapılan mumyalama/tahnit işlemlerine İslam fıkhı açısından şüpheli yaklaşılmaya başlandığını gösteriyor. Bir de, daha önceki yapılan mumyalama olaylarının varlığını doğruluyor.

Tâc—ü’t Tevârih’te de Cem Sultan’ın öldükten sonra ağşasının çıkartılıp göbeğinin misk ve amberlerle doldurulduğu, muşambalara sarılarak demir bir tabuta konduğu anlatılıyor. Cem Sultan için doğrudan mumyalandı denmemekle birlikte, benzer işlemlere tâbi tutulmuş olduğu anlaşılıyor.

BELLETEN Dergisi, 155, Cilt: XXXIX - Sayı: 155 - Yıl: 1975 Temmuz
Uzunçarşıl, İ.H, Osmanlı Tarihi, c:1

Kırım Tatarlarının Göçü

Kırım Tatarları, bölgeye 1000 ile 1300 yılları arasında çeşitli fetih dalgalarıyla gelmiş Türk kökenli budunların soyundan inme sayılır.
Kırımlılar, aslında geniş ölçüde kendi öz Hanlarına bağımlı olmakla birlikte, 15. yüzyıl sonlarından başlayarak, Osmanlı Sultanının sözde egemenliği altındaydılar. Kırım Hanları, gerek kendi başlarına, gerek Osmanlıların bağlaşıkları ya da bağımlıları olarak, Rus Çarlarına karşı savaştılar. Rusların gücü arttıkça, Tatarların gücü buna koşut olarak azaldı. Asıl Kırım Yarımadasının kuzeybatı yanındaki Yedisan bölgesinin Nogay Tatarlarını Kırım Hanının bağımlısı olmaktan caydırmayı 1770 yılında becerdikten sonra, Ruslar, 1771 yılında Kırımı istilâ ettiler ve Kırımlıları Rus bağımlılığına girmek zorunda bıraktılar; 1774 yılındaki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla, Osmanlılar, Kırım üzerinde egemenliği yitirdikleri gerçeğini kabul ettiler ve orada, ülkesi küçültülmüş, Rusların onaylayacağı bir Han'ın yönetimi altında bağımsız bir devletin varlığını tanıdılar. Ruslar, Osmanlı imparatorluğu ülkelerinden gelme Hıristiyanları, kendilerinin vaktiyle Kırım Hanlığı ülkesi iken zapt etmiş bulundukları arazilere yerleştirmeye başladılar. Bu yeni yerleşimciler aslında Ruslarca örgütlenmiş askerî birlikler idi [Bizans’ın ve Osmanlının tımarlı sipahi düzenine benzer bir düzen kurulmuştu]. Tatarlar Rusların başa geçirdiği yeni Han'a karşı ayaklandıklarında, bu yeni Rus güçleri Tatarlara saldırdılar, Kefe'yi ve diğer Kırım kentlerini yaktılar, bu kentlerdeki yüzlerce ayaklanmış Tatarı, eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte, kıyımdan geçirdiler. Kaçabilenler dağlarda sürek avı yürütülürcesine izlendi ve oralarda öldürüldü. Kırım'ın bağımsızlığı ancak 1783'e kadar sürebildi; o yıl, daha ilerilere uzanan Rus istilâlarının ardından, Çariçe Büyük Katerina, Kırım’ın Ruslarca kendi ülkelerine katıldığını ilân etti.

Rus egemenliğinden kaçmak arzusuyla, Kırım'dan ve bitişik bölgelerden Osmanlı imparatorluğu ülkesine doğru Tatar göçü, 1772'de başladı. Sayıları belki 100.000'i bulan bu ilk göçmenler hakkında pek az şey biliniyor. Keza, onları kaçmak zorunda bırakan Rus baskılarının niteliği hakkında pek az şey biliniyor. Ancak, gidenlerden çok daha fazlasının yerli yerinde kaldığı bilinmektedir. 19. yüzyılın başlarında, Kırım ve Nogay Tatarları, kendi ata ocaklarında baskın sayıdaki nüfus öğesi olarak kalmışlardı. Daha sonra, geride kalmış Tatarlar da yurtlarından göç etmeğe zorlandılar. Mark Pinson, saptadığı bir olaydan yola çıkarak, Tatarları göçe zorlayan baskının ağırlıklı kaynağının yönetimden gelen baskı olduğunu, inandırıcı biçimde, savunmaktadır. Gerek "yasal" olan gerek olmayan yollardan, Rus arazi sahipleri ve yönetim görevlileri Tatarlara ait pek geniş mülkleri zapt ettiler. Tatar köylüler, sürekli olarak, atadan kalma arazilerinden atıldılar. Dahası; yeni efendilerinin arazilerinde çalışmak üzere geride kalan Tatarlara, ek vergiler, mallarının elinden alınması ve ücretsiz çalışmaya zorlanma gibi uygulamalar musallat edildi. Rus hükümeti, sürekli olarak Tatarlardan alınan vergileri arttırdı durdu; yöneticiler, kendi ceplerine atmak üzere, yasa dışı ek vergiler de topladılar. Rus yönetiminin tırtıklamalarına ek olarak, ordu dahi onların sırtından geçinme uygulamalarını âdet edinmişti. Örneğin, 1828–29 Rus-Türk savaşından sonra tam mevcutlu bir Kazak ordusu Kırım kıyısına yerleştirildi ve yöredeki Tatar köylerini talan etmeğe koyuldu.

1854-56'daki Kırım Savaşı, Tatarların durumunu, çıbanın patlama olgunluğu aşamasına getirdi. Rus hükümeti, güçlü olasılıkla doğru bir yargıyla, Tatarların eğiliminin Rusya'dan yana olmaktan çok daha fazla, Osmanlılardan ve onların İngiliz, Fransız bağlaşıklarından yana olduğunu varsaydı. Bir ayaklanmaya karşı önlem olmak üzere, Ruslar, Tatarların arasına ordu birlikleri gönderdiler. Kazaklar ve diğer askerler, Tatar köylerini talan ettiler, bunları yakma yıkma tehditleri savurdular. Çok insan öldürüldü ya da kaçmak zorunda bırakıldı. Bilinmeyen sayıda insan, Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildi. Olaylara tanık olmuş bir Rus Generali şunları yazmıştı:

“Savaşın başlangıcından sonuna kadar, Kazaklar, Kırımlıların köyleri arasında devriye gezdiler, hep Kırımlıları düşmana yardımcı olmakla suçladılar, onları tutukladılar ve kendilerine haraç ödenmesi üzerine serbest bıraktılar, kimini de öldürdüler yahut yerinden yurdundan kaçırdılar.”

Aslında, Kırım Tatarlarının, Kırım Savaşı sırasında bağlaşıklara ettiği yardım, olabilecek en düşük düzeyde idi. Tatarlar tümüyle silâhsızlandırılmış bir halk idiler ve etkin bir ayaklanmaya girişmek umutlan yoktu. Böyle iken, savaştan hemen sonra, Rus hükümeti orada Tatar varlığını istemediğini açığa vurdu. 1856'da Çar Alexandr, "Tatarların göç etmesinin kolaylaştırılmasını" buyurdu. Günümüzde psikolojik baskı olarak adlandırılacak türden pek çok baskı, Tatarlara uygulandı: Hıristiyanlığı yayma derneklerinin oluşturulması, kuzey illerine yığınsal sürgün uygulamalarına girişileceği dedikodularının yayılması, eğitimde ve yönetim işlerinde kullanılan dilde "Ruslaştırma" ve benzerleri. Daha da somut eylemler olarak, Tatar topraklarına yeni vergiler yüklendi, daha çok arazi sahiplerinin elinden alındı ve daha çok Tatar ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı. Kırım Tatarları için en uğursuz gelecek göstergesi, Kırım kuzeyindeki ve batısındaki ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmış olan ve Osmanlı imparatorluğunun liman kentlerine [yürüyerek] giderken Kırım ülkesini bir uçtan öteki uca geçen onbinlerce Nogay Tatarının Kırım'da görülmesi oldu. Nogaylara, ya Rusya’nın başka bölümlerinde daha az istenebilir nitelikte bölgelere göçmek için kendi yurtlarını terk etmek, ya da Osmanlı imparatorluğuna göçmek seçeneği verilmişti. Böyle olunca, onların kardeş halkı Kırım Tatarları, ancak, kendilerine de az sonra sıranın gelmesini bekleyebilirlerdi.

Nogay Tatarlarının göçü 1860'lı yıllar boyunca sürdü. Kırım Tatarlarından da bu göçe katılanlar oldu. Göçmenler, onları karşılamak için hiç de hazırlıklı olmayan bir Osmanlı imparatorluğuna geldiler. Kırımlıların yığınsal göçünü gözlemlemiş kişiler, [Osmanlıda, bu kişileri ülke içinde uygun yerlere aktarıp yerleştirmek için] yeterince para, yeterince çadır, yeterince yiyecek ve yeterince ulaşım aracı bulunmadığını belirtiyorlar. Çok sıkışık yaşam düzeninin bulunduğu göçmen kamplarında, sağlık koşulları, ağlanacak durumdaydı. Sürgün edilmiş Tatarların toplanma ve geçici olarak yerleştirilme merkezlerinden biri olan [Dobruca bölgesindeki, şimdi Medgidia denen] Mecidiye'de, belki günde 50–60 arasında insan ölüp gidiyordu, göçmenlerin geldiği diğer bölgelerdeki durum da aynı idi. Kırım, artık bir Müslüman ülkesi değildi. En azından 300.000 Tatar, topraklarını Slav'lar ve diğer Hıristiyanlar tarafından işgal edilmek üzere bırakarak, göç etmişlerdi. Oradan ayrılmayan az sayıdaki Tatar kalıntısı, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar, yani Stalin'in geri kalmış olanların tümünü sürme yoluyla Kırım’da Tatar varlığına son verişine kadar, ata yurdunda kaldı.

İnanılmaz şey; çok ağır çileler çekmiş olmalarına rağmen, Tatarlar, Ruslar tarafından yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmış Müslüman halklar arasında [gurbette] en çok başarı göstereni oldular. Ruslar ise, Tatarlara karşı başlattıklarını, çok daha azgın bir zulümle, Kafkasya’da ve Balkanlarda uygulamayı sürdürdüler. Tatarları yurtlarından kaçmak zorunda bırakmak amacıyla, yönetimsel baskı, haksızlık etme yöntemleri ve zaman zaman kaba güç kullanılmıştı. Silâhsız, savunmasız olan ve dinleri, kültürleri, yaşamları yok edilecek diye korkmak için haklı nedenleri bulunan Tatarlar, kaçıp gittiler. Rusların bu insanların sırtına süngü dayayıp onları ittirmesi pek görülmedi; buna gereklilik yoktu. Ancak, sonra Kafkasya'da gerçekleşen olayların kanıtladığı üzere, Tatarların, süngüler hazırdır ve [Ruslarca] gereklilik görülürse kullanılacaktır hesabını yapmış olmaları, pek haklı idi.

BUNLARI İZLEYEN SAVAŞLAR VE SÜRÜLMELER

Rus yöneticiler, sürgüne gönderme politikasına, Kırım uygulaması ile başladılar. 19. yüzyıl ortasında, kimi, bu politikaya, Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların varlığı sorununa kesin çözüm getirecek bir çare olarak ve ayrıca, pek açık olan ekonomik ve stratejik nedenlerle, sarıldı. Diğerleri [başka bazı yöneticiler] ise, özellikle Kırım yöresinin asıl tarımsal üretim öğesinin [tarım emekçileri kitlesinin] ayrılıp gidişini izleyen, kısa vadede gerçekleşmiş ekonomik kayıp yüzünden, bu uygulamayı yerinde bulmak konusunda duraksamada idiler. Bununla birlikte, Tatar göçünden sonra, bu eksilmenin çaresine bakıldı ve Kırım toprakları, Slav ülkesi Rusya'nın, [gerçekleştirdiği tarımsal üretim açısından] değerli bir parçası oldu, çünkü çok geniş arazi parçaları Rus soylularınca alınmıştı [ve işletilmesine girişilmişti]. Rus politikasını belirleyenler, bundan, gelecekte izleyecekleri tutum konusunda ders çıkardılar. Sonraki yıllarda Kafkasya’da gerçekleştirilen fetihlerde, yerli halkın zorla yurdundan sürülmesi, Rus politikasının etkili bir aracı oldu. Kırım Tatarlarının tersine, bu Müslümanlar, ağırlıklı olarak yönetim örgütünce uygulanan baskıdan ibaret kalacak bir nedenle yurtlarından ayrılmağa niyetli değillerdi; onlara karşı uygulanan baskı araçları çok daha zorbaca oldu: kıyımdan geçirme, talan etme, evlerin ve köylerin yakılıp yıkılması.

Ulusçuluğun ve emperyalizmin Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’da Müslümanların yok olup gitmesine yol açmış aracı, savaş idi. Bunların bir tek istisna ile tümü, Rus imparatorluğuyla girişilmiş savaşlardı ve sonuncusu dışında tüm savaşlarda Müslümanlar yenilmişlerdi. Batıdaki savaşlar, 1821 Yunan ayaklanması ve 1828–29 Rus-Türk savaşı ile başladı. 1853–56 Kırım Savaşı ile 1877–78 Rus-Türk Savaşı ile arkasından 1912–13 Balkan Savaşları ile süregitti. Doğudaki savaşlar, 1827-29'daki Rus-İran ve Rus-Türk Savaşları ile başladı; sonra Kırım Savaşı, 1877–78 Savaşı ve I.Dünya Savaşı yapıldı. Bu savaşların sonucunda gerçekleşen, Müslümanların kitle hâlinde sürülmelerine ek olarak, Ruslar, 1860'larda Kafkasyalı Müslümanlarla çarpıştılar ve onları yurtlarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, 1919-23'de yapılan Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların kazandığı tek savaş oldu.

19. ve 20. yüzyıl savaşlarının tümünde Müslümanlar kıyımdan geçirildiler ve yerlerini yurtlarını bırakıp gitmeğe zorlandılar. Müslümanlardan milyonlarcası öldü ve milyonlarcası yurdundan sürüldü. Savaşların her biri diğerlerine göre bir hayli farklı idi, ama bunların Müslümanlar üzerindeki etkisi hep aynı kaldı: onlar, pek büyük sayılarla, öldürüldüler ya da yurtlarından uzağa sürüldüler. Osmanlı yenilgileri yalnız askerî ve siyasal birer olgu niteliğiyle kalmıyordu; bunlar, kitlesel nüfus hareketlerinin ve çok yüksek sayıda ölümlerin nedeni idi. Gerçekleşen süreçte ölümler sadece Müslümanların ölümlerinden ibaret olmamıştı ama ölmüş Yunanlıların, Bulgarların ya da Ermenilerin sayısı, ölen Türklerin sayısı karşısında pek küçük oranda kalıyordu. Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için 19. ve 20. yüzyıllar, bir dehşet dönemi olmuştur. Bütün topluluklar savaşın, açlığın ve savaş zamanında patlak veren [dizanteri, tifüs gibi] hastalıkların, ayrıca, yenilen yan için kendini gösteren, yurdunu bırakıp gurbete göçme zorunluluğunun dehşetlerinden nasibini aldı.



Justin McCharty: Ölüm ve Sürgün

Çeviren:Bilge UMAR Sayfa:14-20 İnkılap Yayınları İstanbul 1998

Vietnam Savaşı

Vietnam Savaşı denen ve 1965'de başlayıp 1973 yılı başlarına kadar sekiz yıl devam eden, Amerika'nın Kuzey Vietnam'la mücadelesi, Amerikan tarihi bakımından olduğu kadar, savaş sonrası milletlerarası münasebetlerin gelişmesi açısından son derece enteresan ve mühim bir hâdise teşkil eder. Vietnam savaşı, bir süperdevlet'in, 17 milyonluk bir küçücük ülkede bataklığa nasıl saplandığının da bir hikâyesidir. Bu, aynı zamanda, ağır tabiat şartlarından iyi yararlanan bir gerilla taktiğinin, en mükemmel konvansiyonel silâhlar karşısındaki zaferinin de bir ifadesidir. Nihayet, 1861-1865'denberi, yani son yüz yıl içerisinde ilk defa, Amerikan halkı, manasız ve amaçsız bulduğu bu savaş dolayısile federal hükümete karşı başkaldırmıştır.Amerika'nın Vietnam'a bulaşması birdenbire olmamış, yavaş yavaş gelişen bir politikanın neticesi olarak ortaya çıkmıştır.

1954 Temmuzun daki Cenevre anlaşmaları ile Laos, Kamboçya. Kuzey ve Güney Vietnam bağımsız devletler olmuşlardı. Yalnız, 17'nci enlemin kuzeyinde bulunan Kuzey Vietnam'da Ho Chi Minh liderliğinde bir komünist rejim bulunuyordu. Bu rejimin daha kuzeyinde ise Çin gibi bir komünist dev vardı. Onun da kuzeyinde, Sovyet Rusya gibi bir komünist süperdevlet bulunmaktaydı.

Meseleye bu açıdan bakınca, Kuzey Vietnam Asya'daki büyük komünist blokun bir ileri ucu, bir ileri karakolu idi ve bu hali ile de bütün Hindiçini kıtası için muhtemel bir tehdit ve tehlike idi. Bu sebeple Amerika, 1954'den sonra Vietnam'da ve genel olarak Hindiçini de Fransa'nın yerine geçti ve Asya komünist bloku ile SEATO üyelerinin meydana getirdiği anti-komünist güney-doğu Asya arasında bir tampon teşkil eden Güney Vietnam ile yakından ilgilenmeye başladı.

Güney Vietnam'da 23 Ekim 1955'de yapılan bir referandumda imparator Bao Dai düşürüldü ve Vietnam'ın başına Ngo Dinh Diem geçti. Koyu bir komünist aleyhtarı olan Diem'i Amerika hemen 26 Ekimde tanıdı ve Diern de ilk günden itibaren Amerika'ya dayanma yoluna gitti. Diem 8-10 Mayıs 1957'de Amerika'yı ziyaret etti ve yayınlanan ortak demeçte, Çin'in de adı zikredilerek, bölgede komünizmin yıkıcı faaliyetlerini gittikçe arttırmakta olduğuna dikkat çekildi.

Diğer taraftan, 1954 Cenevre anlaşmalarına göre, Kuzey ve Güney Vietnam seçimler yoluyla birleştirilecekti. Secimler 1956 yılında yapılacaktı. O zamanki genel kanaat odur ki, eğer 1956 yılında seçimler yapılmış olsaydı, Ho Çhi Minh Güney Vietnam'da da seçimleri kazanabilirdi. Bunu bildiği içindir ki, Güney Vietnam diktatörü, katolik ve antikomünist Diem bu seçimlere yanaşmadı. Amerika da Diem'i destekledi.

Ho Çhi Minh 1957 yılına kadar bekledi. Diem'in seçime yanaşmadığını görünce, Diem hükümetini devirmek için, Güney Vietnam'daki Viet Cong vasıtasile yoğun terörist faaliyetlerine ve gerilla mücaddelerine girişti. Viet Çong'un Güney Vietnam'da yarattığı huzursuzluk o derece ciddi bir hal aldı ki, Başkan Eisenhower 4 Nisan 1959'da yaptığı bir konuşmada, 12 milyon nüfuslu Güney Vietnam'ın komünist kontrolü altına düşmesinin, 150 milyonluk bir bölgeyi tehlikeye sokacağını, Amerika için ve «hürriyet için» yıkıcı bir gelişmeyi başlatacağını, bundan dolayı Amerika'nın güvenliği ve milli menfaatleri için Güney Vietnam'a ekonomik ve askerî yardımın yapılması gerektiğini söylüyordu. Amerika'nın Vietnam'a bulaşması böyle başladı. Başkan Eisenhower 1960 Kasımında görevden ayrıldığında ve Kennedy Başkanlık seçimlerini kazandığında, Amerika'nın Güney Vietnam'da 1000 «askerî danışman»ı bulunuyordu. Başkan Kennedy 22 Kasım 1963 günü öldürüldüğünde ise, bu danışmaların sayısı 17.000 olacaktır. Bu arada 70 danışman da öldürülmüştü. Ame¬rika ilk kayıpları vermeye başlamıştı.

Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy 20 Ocak 1961'de görevine resmen başladığı zaman Viet Cong'un faaliyetleri ile Güney Vietnam'da durum daha da kötüleşmişti. Bu sebeple Kenndy, Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson'ı, durumu yerinde incelemek üzere, 1961 Mayısında Güney Vietnam'a gönderdi. Johnson ve Diem arasında yapılan görüşmeler sonunda, 13 Moyıs 1961'de yayınlanan ortak bildiride, Güney Vietnam'da mevcut olan gerilla savaşı ve «Komünist Imparatorluğu'nun» «Hür Vietnam»a yaptığı baskı karşısında alınması gereken tedbirler 8 madde halinde belirtiliyordu ki, bu tedbirler arasında Amerika'nın askerî yardımı ile uzman yani danışman yardımı başta geliyordu.

Bu durum karşısında Kennedy iki baskı arasında kalmıştır. Askerlere göre Güney Vietnam'a Amerikan askeri gönderilmeliydi. Dışişleri Bakanlığı ise, bunun tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini ve Amerika'yı Vietnam'da Fransa'nın durumuna düşürebileceği görüşünü ileri sürdü. Başkan Kennedy bu iki görüşün arasında yer aldı ve Güney Vietnam'daki Amerikan askerî danışmanlarının sayısını arttırdı, 1963 Kasımında bir suîkaste kurban gittiğinde, danışmanların sayısı 17.000'i bulmuştu. Fakat bu meseleye çare olmadı.

Öte yandan, Güney Vietnam'da Diem'in diktatörlüğü her geçen gün halk için çekilmez hale gelmeye başlamıştı. Bu sebeple, siyasî reformlar yapabilecek bir idareyi işbaşına getirmek amacı ile ve Amerika'nın desteklediği bir darbe ile, Diem 1963 Aralık ayında iktidardan düşürüldü ve yerine General Duong Van Minh başkanlığında bir Askerî İhtilâl Konseyi geçti.

Kennedy'nin öldürülmesinden sonra, Anayasa gereği, Başkanlığa, Başkan Yardımcısı Johnson geçti. Johnson'la beraber Amerika'nın Vietnam politikası da yeni bir safhaya girdi. Daha doğrusu Amerika Vietnam savaşına fiilen bulaştı. Zira, 2 Ağustos 1964 günü Tonkin Körfezinde Amerikan donanmasına ait Maddox destroyeri Viet Minh (Kuzey Vietnam) gemilerinin saldırısına uğradı. 4 Ağustos günü bu saldırılar diğer Amerikan gemilerine de yöneldi. Amerikan donanması bu saldırıları püskürtmekle ve iki Viet Minh gemisini batırmakla beraber, hukuken Viet Minh Amerika'ya saldırıda bulunmuş olmaktaydı. Bu sebeple, Başkan Johnson 5 Ağustos'ta Kongre'ye gönderdiği mesajda, komünizmin saldırılarına karşı Amerika'nın kararlılığını göstermesini ve bu saldırılara karşı koymada, asker kullanma da dahil, Başkana yetki verilmesini istedi. Kongre ise, 10 Ağustosta aldığı ortak kararında,Başkana, Amerikan silâhlı kuvvetlerine karşı vukubulacak her türlü saldırıyı defetmek ve Amerika'nın SEATO antlaşması çerçevesi içindeki taahhütlerini yerine getirmek için, Amerikan askerlerinin kullanılması da dahil, her türlü tedbiri alma yetkisini verdi. Karar, Senato'da 2'ye karşt 88 ve Temsilciler Meclisinde de sıfıra karşı 416 oyla kabul edilmişti.

Amerika'nın bu kararlılığı, Viet Minh'in cesaretini kıracağı yerde, güneydeki faaliyetlerini daha da arttırdı. Bunun üzerine Başkan Johnson Kuzey Vietnam'ı müzakere masasına oturtabilmek amacı ile, 1965 Şubatından itibaren Kuzey Vietnam'ı bombalatmaya başladı. Maksad, Viet Minh gerillalarının gücünü kaynağında yok etmekti. Bu sebeple askerî hedefler bombardıman ediliyordu. Bu bombardımanlar üç yıl sürecektir.

Fakat bombardımanlar istenen neticeyi vermedi. Zira Ho Chi Minh, Amerika'nın havadan yaptığı baskıya, karada kendi baskısını arttırarak cevap verdi. Yani, Güney Vietnam'a sızmalar ve gerilia faaliyetleri büsbütün arttı. Bu ise Amerika'yı, Vietnam'ı Amerikan askeri ile savunmaya şevketti. 1965 Mayısında Güney Vietnama 80.000 asker gönderildi. Bu sayı giderek artacak ve 600 bine yaklaşacaktır.

Vietnam'a asker gönderilmesi Amerika'nın kendi içinde büyük çalkantıya sebep oldu. Zira Amerikan askeri ölmeye başlayınca Amerikan kamu oyunda tepkiler artmaya başladı. Büyük şehirlerde ve bilhassa üniversitelerde Vietnam savaşına karşı protesto gösterilerine girişti. Gençlik Vietnam savasının ve orada ölme gereğinin sebebini anlayamıyordu. Vietnam savaşı, Amerikan kamu oyu için sebebi anlaşılamayan manasız ve amaçsız bir savaş haline gelmişti. O kadar ki, Amerikan Kongresi de Başkan Johnson'ın aleyhine bir tutum almaya ve Johnson'ın yanlış değerlendirme ile kendilerini yanılttığını söylemeye başladı.

Amerika'nın Avrupalı müttefikleri de Amerika'nın Vietnam macerasını tasvib etmediler. Batı ittifakı Vietnam'da bir prestij yarası alırken, öte yandan Amerika kendi müttefiklerine yeteri kadar danışmadan bir maceraya girmişti ki, bu maceranın sonu Batı Avrupa'yı da işin içine çekebilirdi. Bu konuda en fazla tepki gösteren de Fransa oldu.

Halbuki Amerika'nın bu savaşı değerlendirmesindeki faktörler şöyle idi.

Amerika Güney-Doğu Asya ile Pasifiği kendi millî menfaatlerinin ve güvenliğinin hayatî bir bölgesi olarak telâkki ediyordu. II. Dünya Savaşı’nda Japonya ile çatışmaya sürüklenmesinin sebebi de, Çin'i korumaktan ziyade, Japonya'nın güneye sarkıp Güney-Doğu Asya ve Pasifiği tehdit etmesiydi.

Kuzey Vietnam'a da bu sefer Çin açısından bakıyor ve Kuzey Vietnam'ı Çin'in bir uzantısı olarak görüyordu. Bilhassa Çin'in 1959 da Tibet'i işgali ve 1962'de de Hindistan'a saldırması, 1964'de Çin'in kendi atom bombasını yapması ve nihayet 1965'de Savunma Bakanı Lin Piao'nun Güney-Doğu Asya'dan söz etmesi, Amerika'nın bu konudaki endişelerini arttıran gelişmeler olmuştur. Bütün bunlardan başka, Vietnam'ın yüzlerce yıl Çin hâkimiyeti altında yaşamış olmasını ve ayrıca, Çin Vietnam'a hâkim olduğu takdirde, bölgede yaşayan geniş Çin azınlıklarını da harekete geçirebileceğini de unutmamak gerekir.

Bununla beraber, Başkan Johnson, bir yandan Vietnam savaşında tırmanmaya giderken, öte yandan da, çeşitli kanallardan barış için teşebbüslerini de eksik etmedi. Bu teşebbüsler 1966-1967'de yoğunlaştı.Bu gelişmelerin neticesi olarak 1968 Mayısında Paris'te Kuzey Vietnam ve Amerika arasında barış görüşmeleri başladı ve görüşmeler biraz ilerleyince de, Başkan Johnson 31 Ekim 1968 tarihinden itibaren Vietnam'ın bombardımanını durdurdu.

Bu arada Johnson, 31 Mart 1968'de yaptığı bu konuşmada, “Vietnam savaşı karşısında Amerikalıları birlik ve bütünlüğe davet etti ve bu birlik ve bütünlüğün korunması için, kendisinin 1568 Kasımındaki başkanlık seçimlerine adaylığını kovmayacağını bildirdi.

1968 Kasımında yapılan Başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi Partiden Richard Nixon kazandı. Nixon, 20 Ocak 1969'da Başbakanlık görevine başladığında Vietnam'da 540.000 Amerikan askeri bulunuyordu ve 31.000 Amerikan askeri de Vietnam'da ölmüştü. Bu sebeple Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Vietnam politikasına yeni bir şekil verdiler. Buna göre, Amerika bir yandan Vietnam'daki askerini yavaş yavaş geriye çekerken, bir yandan Kuzey Vietnam'ın bombalanması daha da arttırılacaktı. Bunun da sebebi, Kuzey Vietnam'ı barışa zorlamaktı. Nitekim, Nixon idaresi bütün bunları yaparken Paris'te devam etmekte olan barış görüşmelerini de hızlandırmaya çalıştı. Nixon, Amerika'yı Vietnam bataklığından çekip çıkarmaya kararlı idi. Bundan dolayı 1969 Haziranında 25.000 Amerikan askerini Vietnam'dan çekti. 1971 yılı sonlarında geri çekilen asker sayısı 200.000'i bulacaktır. Bu arada da, Nixon, 1969 Temmuzunda Pasifik bölgesinde yaptığı bir gezi sırasında, 25 Temmuzda Guam adasında yaptığı basın toplantısında, Guam Doktrini veya Nixon Doktrini denen görüşlerini ortaya attı.«işbirliği yolu ile barış» (peace through partnership) prensibine dayanan bu görüşlere göre, Amerika bundan böyle dünyanın neresinde olursa olsun, Vietnam örneği savaşlara girmeyip .Müttefiklerine Amerikan askerini kullanarak değil, ekonomik ve askerî yardım suretiyle destek olacaktı, Nixon Doktrini, bir bakıma, 1957 Ocak tarihli Eisenhower Doktrinin tersi oluyordu. Çünkü Eisenhower Doktrini Amerikan askerinin kullanılması esasına dayanmaktaydı.

Paris'te sürmekte olan barış görüşmeleri ancak 1973 yılı başında bir neticeye ulaşabildi. Bunda, 1972 yılında Amerika'nın Çin'le münasebetlerini düzeltmesi ve ayrıca Sovyet Rusya ile Amerika arasında 1972 Mayısında SALT-I antlaşmasının imzası büyük rol oynamıştır Çünkü, Kuzey Vietnam'ın iki destekçisi olan, hem Sovyetlerin ve hem de Çin Halk Cumhuriyeti'nin, Amerika'nın Vietnam'da sıkışık bir durumda bulunduğu bir sırada, bu ülke ile münasebetlerini yumuşatması, Kuzey Vietnam için müsbet bir gelişme değildi, Ho Chi Minh, bir yalnızlık ihtimalinden endîşe etti. Kaldı ki, Amerikan bombardımanlarının Kuzey Vietnam'da yaptığı tahribat da öyle kolay onarılacak cinsten değildi. Ülke gerçekten harap bir duruma girmişti. Bu faktörler, Ho Chi Minh'i savaşı sona erdirmeye sevketti.

Amerika'ya 55.000 Amerikan askerinin ölümüne malolon Vietnam barışı Paris'te 27 Ocak 1973'de imzalandı.Esas metni 23 maddeden ibaret olan bu barış ile, 1954 Cenevre anlaşmalarına dönülüyor, yani 17'nci enlem yine Kuzey ve Güney Vietnam arasında sınır oluyordu. Amerika altmış gün içinde Vietnam'daki bütün askerini ve malzemesini geri çekecek ve mevcut üslerini de tasfiye edecekti. Buna mukabil, Kuzey Vietnam da Güney Vietnam halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesine ve istediği siyasî rejime kendisinin karar vermesine müdahale etmeyecekti. Kuzey ve Güney Vietnam'ın birleştirilmesi, kuvvet ve zor yoluyla değil, iki tarafın aralarında yapacakları müzakereler, karşılıklı anlaşma ve barış yoluyla gerçekleştirilecekti. Bundan başka, Kamboçya ve Laos'un tarafsızlığına ve bağımsızlığına taraflar tam saygı göstereceklerdi, Nihayet, Kuzey Vietnam ile Amerika arasında meydana gelen bu yeni münasebet düzeni dolayısiyle, savaş yaralarının sarılmasında ve kalkınmasında Amerika, Kuzey Vietnam'a yardım edecekti.

Amerika, bu barış ile nihayet yakasını Vietnam'dan kurtarmaya muvaffak olmuştu. Lâkin Vietnam meselesi bu barış ile kapanmadı. Barış ancak 22 ay devam edebildi. Bu sürenin sonunda Güney Vietnam komünistlerin eline geçti.

Amerika, Vietnam'dan çekildikten sonra, Güney Vietnam'ın yaklaşık 1 milyon kadar askeri, 1.600 uçağı ve 600 tankı vardı. Fakat, Viet Cong gerillalarının faaliyeti dolayısile, bu asker sabit mevkileri savunmakta idi. Saldırı gücü yoktu. Diğer taraftan, Vietnam savaşının Amerikan kamu oyunda uyandırdığı tepki dolayısile, barıştan hemen sonra Amerikan Kongresi de Güney Vietnam'a yapılan yardımları, azaltmaya başladı. Askerî yardım 1 milyon dolardan 700 milyona ve ekonomik yardım da 750 milyon dolardan 425 milyona indirildi. Buna karşılık Güney Vietnam'daki askerî durum da iyi değildi. Saygon rejimine karşı savaşan Vietnam Halk Ordusunun güneyde 200.000 askeri bulunuyordu. Viet Cong gerillalarının kuvveti de 100.000 civarında idi. Bütün bunlara bir de Saygon hükümeti içindeki suistimalleri ilâve etmek gerekiyordu.

Bu şartlardan yararlanan Kuzey Vietnam 1974 Aralık ayı başlarında Kamboçya'dan Mekong Nehri deltasından Güney Vietnam'a doğru saldırılara geçti. Bu saldırıları Kuzeyden ve diğer yerlerden de yapılan bir çok saldırılar takip etti. Bu saldırılar o kadar çabuk gelişti ki, Güney Vietnam başlıca birer birer komünistlerin eline geçmeye başladı. Güney Vietnam ordusu bu saldırılar karşısında çabucak çöktü. En son 30 Nisan 1975'de başkent Saygon'un komünistlere teslim olması ile, bütün Vietnam, otuz yıllık bir mücadeleden sonra komünistlerin kontrolü altına girmiş oluyordu. Bu ise Güney-Doğu Asya bölgesindeki kuvvet münasebetlerinin yapısında mühim değişiklikler meydana getirerek yeni bir dönemi açacaktır.

VİETNAM SAVAŞINDAN SONRA

Kuzey Vietnam'ın Güneyi ele geçirmesi ve bu suretle, II.Dünya Savaşı'ndan sonra bölünmüş olan bu ülkeyi kendi kontrolü altında birleştirmiş olması, bir diğer bölünmüş ülkenin kuzeyi olan Kuzey Kore'yi de harekete geçirdi. Komünist Kuzey Kore'nin lideri Kim II Sung 1975 Nisanında Peking'i ziyaret ederek Güney Kore'ye karşı girişeceği hareket için Çin'den destek istedi, Halbuki şimdi Çin'in güney-doğu Asya gelişmelerine bakışı çok farklı idi ve Çin’in değerlendirmelerinde Sovyet faktörü ağır basıyordu. Bu sebeple Çin, Kuzey Kore'nin girişmek istediği teşebbüsü desteklemeye yanaşmadı. Kaldı ki, Kuzey Kore'nin niyetini sezinleyen Birleşik Amerika, hemen ağırlığını Güney Kore'nin yanına koydu ve Güney Kore'ye herhangi bir saldırı halinde Amerika'nın her türlü yardımı yapacağını bildirdi. Bu durum karşısında. Kim II Sung hevesinden vazgeçmek zorunda kaldı.

Kuzey Vietnam'ın Güney Vietnam'ı işgali, güneydogu Asya'nın diğer ülkelerinde büyük bir telâş ve korkuya sebep oldu ve tarafsızlık eğilimlerini kuvvetlendirdi. Bunun birinci sebebi, gerillâ sovaşı ve yıkıcı faaliyetlerde Kuzey Vietnam'ın gerçekten yetenekli olduğunun ortaya çıkması idi. İkincisi ise, Güney Vietnam'ın teslim olması çok miktarda Amerikan silâh ve askerî malzemesinin komünistlerin eline geçmiş olmasıydı. O zaman Amerikan Savunma Bakanlığının tahminlerine göre, 2 milyar dolarlık Amerikan silâhı komünistlerin eline geçmişti.

Gerçekte, Vietnam'ın hemen yeni bir saldırıya geçecek hali yoktu. Fakat bölge ülkeleri, belirttiğimiz sebeplerden dolayı, korkuya kapıldılar. 1967'de kurulan ASEAN (Güney-Doğu Asya Devletleri Birligi - Association of South-East Asian Nations) üyelerinden Malaysia, Tayland ve Filipinler, hemen Çin'le diplomatik münasebetler kurdular.Vietnam'a karşı Çin'de bir denge unsuru arıyorlardı. Zira, biraz aşağıda açıklayacağımız üzere, Vietnam meselesi Sovyet Rusya ile Çin arasında daha 1975 Mayısından itibaren yeni bir mücadele konusu olduğu gibi, eski adı ile Kamboçya, fakat 1975'den itibaren yeni adı ile Kampuchea'nın Vietnam ile arası bozulacak ve Vietnam, Sovyet Rusya'ya dayanma yoluna giderken, Kampuchea da güvenli¬ğini Çin'in kanadının altında bulacaktır.

Diğer taraftan, Vietnam'ın tepkisini çekmemek için, Malaysia Göney-Doğu Asya'nın bir «tarafsızlık bölgesi» olmasını teklif ederken, Tayland ve Filipinler, ülkelerindeki Amerikan askerlerinin çekilmesini istediler. Bunun neticesi olarak, 24 Eylül 1975'de SEATO dağıtıldı.

Bu ülkelerin içinde en fazla korkuya kapılanı, Laos ve Kamboçya'ya karadan ve Vietnam'a da denizden komşu olan Tayland idi. Hatta Tayland güneydoğu Asya'da kurulacak yeni bir gruplaşmaya Kamboçya, Laos ve Vietnam'ı da katmak gibi bazı tasarıların peşinde oldu ise de, bu sırada Hanoi'nin meseleleri ve tasarıları bambaşka idi.

Mamafih 1975 yılı sonlarına doğru ortalık sakinleşmeye başlayınca güneydoğu Asya bölgesinin heyacanı da geçmeye başladı ve bu bölge ülkeleri yine güvenliklerini, Amerika'nın bölgeye olan alâkasına bağlamaya başladılar. Çin yine bu ülkeler için bir dayanak unsuru olmaya devam etti. Zira, Vietnam'ın 1978 Aralık ayı sonundan itibaren Kampuchea'yı işgale başlaması, Çin ile bölge ülkeleri arasında dolaylı bir menfaat ortaklığı ortaya çıkardı.


VİETNAM'IN KAMPUCHEA'YI İŞGALİ

Eski adı ile Kamboçya, yeni adı ile Kampuchea, 1954 Cenevre anlaşmaları ile bağımsız olmakla beraber 1941-1970 arasında Prens Sihanouk'un idaresinde katmış ve 1970 yılında da Mareşal Lon Nol'un yaptığı bir darbe ile Sihanouk iktidardan düşürülmüştür. Fakat Lon Nol’un diktatörlüğüne karşı, ordunun içinden de olmak üzere çeşitli çevrelerden muhalefet ortaya çıkmakla beraber Kızıl Khmer'ler (Khmer Rouge) denen Kamboçya komünistlerinin mücadelesi daha müessir olmuştur. Çünkü Kızıl Khmer'leri Kuzey Vietnam desteklemekteydi. Yani, Kuzey Vietnam, Güney Vietnam'a karşı mücadele ederken Kamboçya'da da Kızıl Khmer'ler Lon Nol rejimine karşı mücadele etmekte idiler. Fakat Kızıl Khmerlerin en büyük destekçisi Çin Halk Cumhuriyeti idi. Çin, Kızıl Khmer'lere silâh ve malzeme yardımı yaparken, Kuzey Vietnam da Vietnam Halk Ordusundan 30.000 kişilik bir kuvvetle Kızıl Khmer'lere yardım etmekteydi.

1973 Ocak ayında Kuzey Vietnam'ın Amerika ile barış yapması Kızıl Khmerlerin hoşuna gitmese de, mücadelelerine devam ettiler ve 17 Nisan 1975'de başkent Phnom Penh'in Kızıl Khmerlerin eline geçmesi ile Kamboçya da komünistlerin kontrolü altına giriyor ve ülkenin yeni adı Kampuchea oluyordu. Çünkü Kamboçya Komünist Partisi 1973'de Kompuchea Komünist Partisi adını almıştı.

Kampuchea komünistlerinin 1975'te ülkeye hâkim olmasından sonra, Kampuchea ile Vietnam'ın münasebetleri gittikçe bozularak 1977'den itibaren çatışmalara dönüşmeye başladı. Bu gelişmede iki sebep mühim rol oynamıştır. Birincisi, daha 1950'lerden itibaren Vietnam komünistlerinin Kamboçya komünist partisi üzerinde kurduğu hâkimiyettir. Bu ise, Kamboçya komünistlerini, Kamboçya'nın menfaatlerini bir tarafa bırakarak Vietnam Komünist Partisi'nin kendi çıkarlarına göre çizdiği çizgiye uyma zorunluluğunda bırakmıştır. Yani, bu işbirliği Kamboçya'nın değil, Kuzey Vietnam'ın menfaatlerine göre şekillenmiştir. Bu ise Kamboçya komünistlerini memnun etmemiştir. Burada ikinci faktör ortaya çıkmaktadır. Vietnam'ın menfaatlerinin Kamboçya'nın menfaatlerinin üstünde tutulması Kamboçya komünistlerini memnun etmemiştir; çünkü, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, Kamboçya'deki Khmer Krallığı ile Vietnam Krallığı arasında daima rekabet ve mücadeleler olmuş ve bu sebepten de Khmer'lerin Vietnamlılara karşı bir sempatisi mevcut olmamıştır. Khmerlerin Vietnamlılara karşı bu tarihî düşmanlığı iki ülke komünist partileri arasındaki münasebetleri de tesir altına almaktan geri kalmamıştır. Ayrıca, Kuzey Vietnam, Güney Vietnam'a karşı yürüttüğü mücadele sırasında Kamboçya topraklarını da kullanmış, daha önce de belirttiğimiz gibi, buraya asker sokmuş ve 1975'den sonra da bu askerlerini Kamboçya topraklarından çekmediği için, bu sınır topraklarında Kampuchea ile Vietnam kuvvetleri arasında üç yıl sürecek bir çatışmalar dönemi başlamıştır.

Çatışmaların şiddetlenmesi 1977 Aralık ayının son günlerinde olmuştur. Vietnam bu çatışmalarda Kampuchea kuvvetlerine 8 bin kişilik bir kayıp verdirmiştir. Bu sebeple Vietnam 1978 Şubatında Kampuchea'ya çatışmaları durdurmayı, sınırın her iki tarafında 5 Klm genişliğinde askerden arınmış bölge tesisini ve birbirlerinin içişlerine karışmamayı öngören bir antlaşma yapmayı teklif etmiş ise de, bu teklif Kampuchea tarafından reddedildiği gibi, Vietnam topraklarına Kompuchea saldırıları devam etti.

Bu sırada Çin'in sahneye girdiğini görmekteyiz. Çünkü Vietnam'ın Sovyet Rusya'ya kaymaya başlaması üzerine Kampuchea da Çin'e yanaşmaya başladı. Çin başlangıçta Kampuchea'yı yatıştırarak bölgede yeni bir çatışmanın çıkmasını önlemek istedi. Çin'in baskısı üzerine Kampuchea 1978 Mayısında, Vietnam'a, çatışmaların durdurulmasını ve Vietnam'ın, Kampuchea'nın toprak bütünlüğü ile bağımsızlığına saygı göstermeyi taahhüt etmesini öngören bir anlaşma teklif etti. Bunu da Vietnam reddetti. Reddettiği gibi, Kampuchea'dan kaçan halkı eğiterek, Aralık 1978 başında Kamboçun Millî Selâmeti için Birleşik Cephe adı İle bir teşkilât kurdu. Ayrıca Vietnam, Kampuchea sınırlarına 12 tümenlik yani 200.000 kişilik bir kuvvet yığmış bulunuyordu.

Kompuchea ile Vietnam'ın münasebetleri bu şekilde kötüleşirken, Çin-Vietnam münasebetleri de giderek bozulmakta idi Vietnam, Kampuchea sınırına asker yığarken Çin de Vietnam sınırına asker yığmaya başladı. Bu durum Vietnam'ı Sovyetler Birliğine daha çok yaklaştırdı ve 3 Kasım 1978'de Vietnam ile Sovyetler Birliği arasında bir Barış, Dostluk ve işbirliği Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın 6'ncı maddesi ittifaka yakın bir hüküm taşımaktaydı. Çünkü bu maddeye göre, taraflardan biri saldırı veya saldırı tehdidi ile karşılaşırsa, taraflar gerekli tedbirleri almak amacı ile, derhal birbirlerine danışacaklardı. Bu suretle Vietnam, Çin'in karşısına Sovyetleri çıkarmak suretile dengeyi sağlıyor ve arkasından emin bir duruma geliyordu.

Vietnam, 27 Aralık 1978 günü, tanklarla ve zırhlı araçlarla desteklenen 120.000 kişilik bir kuvvetle Kampuchea'ya karşı saldırıya geçti. 1975'ten beri ülkeyi, diktatörlüğün ötesinde, tam bir zulüm ve işkence ile idare eden Pol Pot rejimi Vietnam'ın saldırısına fazla dayanamadı. 7 Ocak 1979 günü başkent Phnom Penh Vietnam kuvvetleri tarafından işgal edildi ve Pol Pot da yanına aldığı bir kısım kuvvetle Tayland sınırı yakınlarındaki dağlık ve ormanlık bölgelere kaçtı. Pol Pot’un komutasındaki 30 bin kadar Khmer Rouge (Kızıl Khmer) kuvveti, bundan sonra gerilia muharebelerine başlayacaktır ki, Tayland ve Çin Pol Pot'u destekleyeceklerdir.

Başkent Phnom Penh'in düştüğünün ertesi günü, 8 Ocak 1979 da, Pol Pot’un muhaliflerinden Heng Samrin, kendi başkanlığında bir Kampuchea Halk ihtilâl Konseyi kurdu ve Kampuchea Halk Cumhuriyeti'nin de kuruluşunu ilân etti. Bununla beraber, Vietnam'ın Kampuchea'yı istilâ ve işgali dünyada o kadar tepki uyandırdı ki, Sovyetlerin bütün çabalarına rağmen, Kampuchea'yı Birleşmiş Milletler’de Heng Samrin değil, Pol Pot rejimi temsil etmeye devam etti.

ÇİN'İN VİETNAM'A SALDIRISI

Vietnam'ın Kcmpuchea'yı îşgali, Çin-Vietnam münasebetlerinde bardağı taşıran damla oldu. Vietnam'ın 1978 Kasımında Sovyetlerle ittifaka yakın bir antlaşma imzalaması ve arkasından da Kampuchea'yı işgali, Çin'i son derece sinirlendirdi. Çünkü Vietnam şimdi bütün güneydoğu Asya'ya hâkim olma yolundaydı. Şu halde, Çin'e göre, meydanın boş olmadığını ve Sovyetlere dayanmanın da pek işe yaramıyacağını Vietnam'a göstermek gerekliydi. Yani: Vietnam'a “bir ders” verilmeliydi.

Çin 17 Şubat 1S79 günü 100 bin kişilik bir kuvvetle Vietnam sınırlarından içeri girmeye başladı. Kuzey Vietnam'da bir kısım toprakları işgal ettikten sonra, bu askerî harekâtla tasarlanan amacın gerçekleşmiş olduğunu bildirerek 16 Martta kuvvetlerini geri çekti.

Çin'in Vietnam'a yaptığı saldırının Vietnam üzerinde çok fazla müessir olduğu söylenemez. Belki Vietnam'a bir Çin faktörünün varlığını gösterdi, lâkin Vietnam'ın politikasında mühim değişiklik meydana getirmedi. Aksine, Vietnam'ın dış politikası, Çin'e rağmen iki istikamette gelişme gösterdi.

Bunlardan biri: Vietnam ile Sovyetler Birliği arasındaki münasebetlerin daha da sıkılaşmasıdır. Çin-Vietnam savaşı sırasında, bir tanesi füze taşıyıcısı olmak üzere, 14 Sovyet savaş gemisi Vietnam'ın Cam Ranh körfezine geldi. 1979 Mayısında da bir Sovyet denizaltısı yine aynı körfeze geldi ki, ilk defa bu sularda bir Sovyet denizaltısı görünmekteydi. Vietnam, Sovyetlere bu kıyılarda resmen herhangi bir deniz üssü vermemekle beraber, Sovyet savaş gemileri bilhassa Donang deniz üssünün kolaylıklarından yararlanmaya başlamışlardı.

Vietnam-Sovyet münasebetlerinin gelişmesi bu kadarla da kalmadı. Vietnam ekonomik bakımdan da her geçen gün Sovyetlere dayanmak zorunda kaldı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Vietnam savaşı 1975'de sona erdiği zaman, bilhassa Kuzey Vietnam bir harebe halinde idi. Savaşın yıkıntılarını tamir etmek ve ülkenin kalkınmasını hızlandırabilmek için Sovyetlerden yardım aldı. Kampuchea'nın işgali ise, Vietnam'a yeni ekonomik dertler çıkardı. Çünkü üç yıldır iktidarı elinde tutan Pol Pot ve rejimi, ülkede tam bir zulüm idaresi tatbik etti. Bu zulüm bilhassa aydınlara yönelmişti. Bir çok aydın öldürüldüğü gibi, bir çoğu da kırsal alanlarda çok güç şartlarda çalışmaya zorlanmıştı. Daktilo, televizyon, otomobil gibi medeni vasıtalar, yozlaşmış bir hayatın unsurları olarak yasaklanmıştı Kısacası, Vietnam'ın Karnpuchea'ya saldırısı ne kadar gayrî insanî ve medeniyetten uzak bir hareket olmuş ise, Pol Pot rejimi de o kadar gayrî insanî ve gayrî medeni idi. Dolayısile, Vietnam Kampuchea'yı tam bir perişanlık içinde buldu. Yeni lider, Vietnam'ın kuklası Heng Samrin ve Vietnam, Kampuchea'nın ekonomik problemlerinin çözümü için de sırtını Sovyet Rusya'ya dayamak zorunda kaldı.

Bütün bu sıkıntılara rağmen, Vietnam Hindicini bölgesindeki yayılma ve genişlemesini arttırmaktan da geri kalmadı. Dış politikasındaki ikinci mühim gelişme buydu. Bu gelişme de iki istikamette oldu. Laos'ta da bir komünist rejim olmakla ve bu rejim de Sovyet Rusyaya dayanmakla beraber, Laos'un içinde de mevcut rejime karşı bir hareket başlamıştı. Bu sebeple Vietnam, 1979 yılında Laos'a 50.000 kişilik bir kuvvet sevketmiş bulunuyordu. Yani Laos da Vietnam'ın kontrolü altına girmişti. Mamafih, 1980 Eylülünde Laos'un Champassak eyaletinde Laos Halkının Milli Kurtuluş Birleşik Cephesi kurulmuş ise de, bu kuruluş kuvvetli ve müessir bir organizasyon olamamıştır.

Diğer taraftan Vietnam ,Pol Pot'un Tayland'dan ve Tayland vasıtası ile Çin'den devamlı yardım alması sebebile 1979 yılından itibaren Tayland üzerindeki baskısını arttırdı. Zira, Tayland, 1975 Vietnam şokunu atlattıktan ve bilhassa Vietnam'ın Kampuchea'yı işgalinden sonra, üç istikamette faaliyette bulundu. Birincisi, Pol Pot'un Kızıl Khmerlerine yardım ettiği gibi, Çin'den gelen yardımları da Kızıl Khmer'lere geçirdi, İkincisi, Çin'le olan münasebetlerini gelistirdi.Üçüncüsü ASEAN ülkeleri Tayland'ı destekledikleri gibi, aynı zamanda Amerika ile de tekrar eski münasebetlere dönme zaruretini hissettiler. Bilhassa Amerika Tayland'a askerî yardımını arttırdı. Zira, Tayland'ın Kızıl Khmer'lere yardım etmesi Vietnam'ı büsbütün sinirlendirdi. Bu sebeple, Vietnam Tayland sınırlarına asker yığdığı gibi bilhassa 1980 yılında Tayland sınırlarından içeri girmeye başlamıştı. Vietnam'ın amacı, Kızıl Khmer'leri Kampucheo topraklarından tamamen sürmek ve aynı zamanda da Tayland'daki rejimi devirmekti.

Kampuchea'daki Heng Samrin rejimi, ülkeye Vietnam tarafından yani dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir rejim olduğu için Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığı gibi, gerek Batılılar ve gerek ASEAN ülkeleri, Heng Samrin rejimine karşı mücadele eden grupları ve kuruluşları biraraya getirip birleştirmek suretile güçlü bir mücadele yaratmaya çalışmışlardır. Bunlar, Pol Pot'un liderliğindeki Kızıl Khmerler, Son Sann liderliğindeki Khmer Halkının Milli Kurtuluş Cephesi ve Prens Sihonouk taraftarlarıdır.Lâkin bugüne kadar Heng Samrin rejimine ve Vietnama meydan okuyacak kadar güçlü bir kuvvetin ortaya çıktığı söylenemez.


Fahir ARMAOĞLU:20.y.y. Siyasi Tarihi


Ermenilerin Osmanlı Bankası Baskını ve II.Abdülhamit

1889-1909 arasındaki on yılda, Ermeniler, büyük bölümü Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da; yirmi altısı 1895 yılında olmak üzere, 32 isyan ve olay çıkardılar.

1895 Ekim'indeki Trabzon isyanında hadiseler aşama aşama çığnndan çıktı. Zamanın Trabzon Valisi, tedbirsizlik ve bölgedeki devlet güçlerinin zayıflığı sebebiyle, bir türlü önü alınamayan olayları defalarca İstanbul'daki hükümete bildirdi; yardım talep etti. İstanbul'dan her defasında, "Durumu idare-i maslahat ediniz" telgrafını aldı.

Hareket kontrol edilemez duruma gelince de, bunalmış olan vali gözünü karartıp, şu telgrafı İstanbul'a çekti:

"İdare gitti, maslahat elimizde kaldı."

1896 Temmuz'undaki İstanbul Osmanlı Bankası baskını, Ermenilerin Sultanahmet'te toplanarak Galata'ya yürüyüşe geçmeleri ile başladı.

Rusya ve Avrupa'nın şımartmasıyla bir zamanlar Osmanlının gözde tebaası Ermeniler, Osmanlının başkentinde ona kabadayılık taslayarak; hakaretler, küstahlıklar, taşkın hal ve hareketlerle Eminönü'ne ulaştıklarında bir jandarma subayı daha fazla dayanamayıp şahsen müdahalede bulundu. Çoğu silahlı olan gruptan açılan ateşle öldürüldü. Bunların önüne herhangi bir emniyet gücü çıkamadığı gibi, halk da bu hezeyanı, hakaretleri, ürkek bir şekilde uzaktan izledi. Bu başıboş kitle Galata'ya gelince buradaki Osmanlı Bankası'na saldırarak binanın altını üstüne getirmeye koyuldular. Onlar bu İşi yaparken Tophane rıhtımında ekmek paralarını kazanmaya çalışan hamal, çimacı ve kayıkçılardan oluşan Türklerin tepesi atınca sopalarla çıldırmış haldeki Ermenilerin arasına daldılar, kan gövdeyi götürdü.
Ertesi gün, ne kadar Avrupa devleti varsa hepsinin büyükelçileri sarayda II. Abdülhamit'in huzurundaydı. Ağızlarından alevler çıkarak, bir gün önceki olaylarla ilgili akıl almaz şeyleri saydılar, döktüler. Abdülhamit sakindi. "Beni takip etsinler" dedi. Bir odanın önünde durup kapısını açarak, onlara içerideki silahlan gösterip: "Bu silahları Ermeni yurttaşlarım kullandılar. Benim memleketimde bu silahları üreten fabrika yok," dedi. Sonra onları başka bir odaya götürüp içeride istif edilmiş sopaları gösterip: "Bunları da Türk vatandaşlarım kullandı. Bu odunlar benim memleketimin ormanlarına aittir," dedi, arkasını dönüp gitti.

27 Eylül 2007 Perşembe

1804 Sırp İsyanı ve Bosna-Hersek

Bosnalılar, Napolyon'un muhtemel istilâsına karşı memleketlerini savunmakla meşgul iken Sırbistan'da Kara Yorgi önderliğinde çıkan isyan daha büyük tehlike oluşturmaya başlamıştı (1804). Kara Yorgi'nin düşüncesi Bosna-Hersek'teki Hıristiyanları ihtilâle katılmaları için ayaklandırmak ve Karadağ ile birleşip büyük bir Sırbistan kurmaktı. Zaten Bosna'daki Katolikler Dalmaçya'daki Fransızlar tarafından himaye görmekte ve Kara Yorgi'ye de sempati duymaktaydılar. İsyan bastırılmadan 1806-1812 Osmanlı-Rus harbleri başladı. Sırplar bundan sonra Bosna'ya karşı şiddetli hucumlara girişerek Yadar, Radiyavana ve Böğürdelen'i ele geçirmişler ve feci katliamlar yapmışlardır. Sırbistan ve Karadağ'dan bir çok Müslüman ahali ihtilâlcilerin zulmünden kurtulmak için Bosna'ya iltica etmişlerdir. Göç edenlerin acıklı durumu ve Belgrad'ın düşmesi Bosnalıları çok müteessir etmişti. Çünkü Boşnaklar Belgrad Kalesi'ni kendi topraklarının kilidi sayıyorlardı. 1808 yılında barış müzakerelerinin yapıldığı sırada Sırplar Bosna'daki Ortodoks reayayı ayaklandırmak için yeniden teşebbüse geçmişler ve özellikle Gradiçka havalisi Ortodoksları ve diğer Ortodokslar da bu ayaklanmaya katılmışlardır. Papaz Joviç'in idare ettiği bu Hıristiyan isyanının yer yer bastırılmasına rağmen 1809 yılında Ruslarla harp başlayınca Sırplar Karadağlılarla birlikte Bosna-Hersek ve Sancak bölgesinde taarruza geçmişlerdir. Fakat yapılan savaş neticesi Karadağ ile Sırbistan'ın birleşmesi mümkün olmamıştır. 1812'de akdedilen Bükreş Antlaşması ile Ruslarla olan savaş bitince Sırp isyanları da bastırılmış, Belgrad ve diğer kaleler geri alınmıştı. Bu isyan hareketleri sırasında Boşnaklar genel olarak devlet tarafında yer alarak eyâletlerini savunmuşlardı. Sırplar Osmanlı Devleti'ne karşı savaştıkları gibi Bosna içindeki Ortodoksları da isyana teşvik ediyorlardı. Fakat Bosna kaptan ve askerleri eyâletin asayişini muhafaza ederek buna izin vermemişlerdir.

Napolyon Bonaparte'ın hâkim olduğu dönemlerde Avrupa'ya karşı uyguladığı kıta ablukası siyaseti Bosna-Hersek'i olumlu bir şekilde etkilemişti. Bosna, transit ticaret yollarının üzerinde bulunduğundan dolayı ticareti gelişmişti. Fakat bu dönemde Saraybosna'da halkla idarecilerin arasında silâhlı direnişe kadar varan ciddî anlaşmazlıklar olmuş, 1820'de Celaleddin Paşa sayesinde bu olaylar sükun bulmuştur. II.Mahmud dönemi içinde, l826'da Yeniçeri Ocağı merkezde kolayca kaldırılmasına rağmen diğer eyaletlerde o kadar kolay kaldırılamamış ve Bosna'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılma meselesi yıllarca devam etmiştir. Bu iç olaylar 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi'nde Osmanlı Devleti'nin Rumeli'de öteden beri askerî kudretleriyle tanınmış bulunan Arnavutluk ve Bosna gibi eyâletlerden hiç bir yardım görmemesine sebep olmuştur.

1831'de bazı yenilikleri uygulamaya koyma ve orduyu yeniden düzenleme teşebbüsleri Hüseyin Kapudan Gradasçeviç'in liderliğinde Bosnalı Müslüman âyanın başını çektiği bir ayaklanmaya dönüşmüştür. 1832 yılında isyan bastırıldıktan sonra kaptanlık müessesesi ortadan kaldırılmıştır.

Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Kıbrıs

Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yolları üzerinde yer alması, tarihin bilinen ilk devirlerinden itibaren Kıbrıs'ın önem kazanması ve bu önemin sürekli olması neticesini doğurmuştur. Jeolojik devirlerde bir çöküntü neticesinde Hatay bölgesinden ayrılıp bir ada haline gelen Kıbrıs'ın ilk sakinleri Anadolu'dan gelmişlerdir. Adanın kuzeyinde ve Karpas Yarımadası üzerinde Neolitik devre ait yerleşim yerlerinde yapılan kazılar neticesinde elde edilen buluntular, Anadolu'nun Hacılar ve Çatalhöyük Neolitik devir yerleşim yerlerinde elde edilen buluntularla benzerlikler arzetmektedir. M.Ö. 4000 yılından itibaren insan unsuruna rastlanılan adanın, M.Ö. 3000'de yoğun bir iskana sahne olduğu ve elde edilen eserlerden de bu iskanın Anadolu kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Kıbrıs'ta eski mezarlardan elde edilen eserler de, Truva kültürünün ürünüdür.

İlk zamanlarda Kıbrıs'ın mahallî teşekküller halinde bağımsız bir hayat sürdüğü anlaşılmaktadır. Daha sonraları ada ile Mısır arasında kurulan siyasî münâsebetler, zamanla tâbiiyyet şeklini almıştır. Mısır Firavunu III. Tutmosis tarafından (1500-1450) Mısır'a bağlanan Kıbrıs; Mısır ve Hititler arasında sürekli bir mücadele konusu olmuş ve Kral III. Tundhaliya zamanında (M.Ö. 1320'de) Hitit hakimiyetine girmiştir. 120 yıl süren bu dönem boyunca Hititler adadan bakır ihtiyaçlarını karşılamışlar ve adayı sürgün yeri olarak da kullanmışlardır. Meselâ Kral Uhri-Teşup (III. Murşili), . Murşili bkz. Uhri-Teşup ;amcası III. Hattuşili tarafından tahttan indirilince Kıbrıs'a sürülmüştür. Hitit Devleti'nin M.Ö. 1200 yıllarında yıkılmasıyla Mısır Firavunu III. Ramses tarafından tekrar Mısır hakimiyeti altına alınmıştır. Bu dönemde Dor istilası nedeniyle Ege'den ve Anadolu'dan gelen bir kısım kavimler Kıbrıs'ta koloniler kurdular. M.Ö. 1000 tarihlerinde ise bu kolonilerin bir kısmında bulunan Fenikeliler adanın tamamının hakimiyetini ellerine geçirdiler. Fenikeliler'in hakimiyeti M.Ö. 709'da Asurlular'ın Kıbrıs'ı almalarına kadar devam etti. Bu tarihte kolonizatörler bir araya gelerek Asur hakimiyetini tanıdılar ve yapılan bir anlaşmayla vergi vermeye başladılar.

Asur hakimiyeti M.Ö. 669'da sona erdikten sonra Kıbrıs, bir müddet bağımsız krallık olarak devam etmişse de bu uzun sürmedi; tekrar Mısır hakimiyetini kabul ettiler. Pers Kralı Kombizes M.Ö. 525'de Mısır'ı işgal edince Kıbrıs da Pers hakimiyetine girmiş oldu. Makedonyalı Büyük İskender'in M.Ö. 333'te Persler'e karşı kazandığı İssus Savaşı'ndan sonra Kıbrıs Makedonya hakimiyetini tanıdı. Büyük İskender döneminde Kıbrıs'ta başlarında Nikokles ve Nikokreon'un bulunduğu Pafos ve Salamis Krallıkları vardı.

Büyük İskender'in ölümüyle Makedonya İmparatorluğu'nun parçalanması üzerine I. Pitolemaios Mısır'da Pitoleme Hânedanlığı'nı kurdu. Pitolemeler döneminde ada, yarı bağımsızlık statüsüyle Mısır'a bağlandı. M.Ö. 80'den itibaren Mısır'a bağımlılıktan tamamen kurtularak M.Ö. 58'e kadar bağımsız bir krallık olarak devam etti. Bu tarihte Romalı komutan Marcus Porcius Cata tarafından Roma İmparatorluğu hakimiyetine alındı. M.S. 394'de Büyük Kostantin'in ölümüyle Roma İmparatorluğu'nun parçalanması üzerine ada, Doğu Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) payına düştü. Bizans döneminde ayrı bir hükûmet kurulması uygun görülmeyip Fenike, Filistin, Suriye ve Klikya'ya bağlı bir il haline getirildi. Bizans hakimiyeti ile Kıbrıs'ta büyük değişiklikler meydana gelmiş, Hıristiyanlığın doğuşunda bu dini ilk kabul eden Roma vilâyetlerinden biri olmuş ve Ortodoks Kilisesi kurulmuştur. Ancak Katolik-Ortodoks mücadelesi Osmanlı fethine kadar devam etmiştir.

VII. yüzyılda Bizans sınırlarına dayanan İslâm orduları tarafından 632-964 yılları arasında yirmi dört defa kuşatılan Kıbrıs, Halife Hz. Osman döneminde Şam Valisi Muaviye tarafından 649 yılında fethedilerek müslümanların hakimiyeti bir anlaşmayla kabul ettirildi. Bu anlaşmaya göre Kıbrıslılar Bizans'a vermekte oldukları 7.200 altını müslümanlara verecek, Bizanslılar'la yapılacak savaşlarda onlara yardım etmeyecek ve müslümanlar Kıbrıs'ı üs olarak kullanabileceklerdi. Ancak, bir süre sonra Kıbrıslılar'ın Bizans'a yardım etmeleri üzerine bozulan anlaşma, 653'te adaya tekrar sefer düzenlenerek yenilendi. Bu sefer sonunda, adada İslâm ordusundan bir miktar asker bırakılmışsa da, Halife Yezid döneminde bu asker geriye çağırıldı. 688'de Halife Abdülmelik b. Mervan ile İmparator II. Justinianus'un yaptığı anlaşmayla Kıbrıs'tan alınan vergiler iki devlet arasında paylaşıldı. Daha sonraları bu vergiler bir çok defa savaş nedeni olduysa da, müslümanlar devamlı galip geldiler. Emeviler zamanında Kıbrıs, iki rakip devlet arasında nisbî bir muhtariyeti korumuş ve bu devletlere sadece vergi ile bağlanmış idi. Bu durum Abbasi döneminde de devam etti. Üç asır devam eden İslam hakimiyeti döneminde Kıbrıs'ta üretim artmış ve ada ticaret sayesinde oldukça ilerlemiştir. 964'te Bizans İmparatoru II. Nikeforos Fakos tarafından Kıbrıs tekrar geri alınmışsa da, bu dönemde yapılan bir anlaşmayla camiye çevrilen mâbetlerin ve kutsal yerlerin tanınması Bizanslılar'a kabul ettirildi.

Bizans İmparatorluğu'nun zayıflaması ve çöküşünün hızlanması sürecinde, eyâletlerin teker teker elden çıkması Kıbrıs'ı da etkiledi. Ermeniler'le yaptığı savaşta esir olan İmparator Manuel Komnenus'un yeğeni ve Tarsus Valisi İsak Komnenus, daha sonra İmparator olan I. Andronikos tarafından fidyesi Kıbrıs gelirinden ödenmek şartıyla kurtarıldı. Fakat, istenilen paranın bir kısmının ödenmesiyle serbest bırakılan İsak Komnenus kalan paranın toplanması için görevlendirildiği Kıbrıs'ta halkı, Bizans İmparatorluğu tarafından Katapon ya da Kıbrıs Valisi tayin edildiğini gösteren sahte belgelerle kandırarak bir yıl sonra adanın bağımsızlığını ve kendisinin imparatorluğunu ilan etti. Halk, yedi yıl süren Komnenus hakimiyeti müddetince ağır vergiler ve baskılar altında ezildi.

III. Haçlı Seferleri'nde İngiltere Kralı I. Richard (Arslan Yürekli Richard) tarafından 1191'de alınan Kıbrıs, Templar (Templier) şövalyelerine satıldı. Bu yönetimden de memnun olmayan Kıbrıslıların 1192 paskalya yortusunda isyan etmeleri üzerine adada daha fazla kalamayacaklarını anlayan Templar şövalyeleri, adayı I. Richard'a geri verdiler; o da, Kudüs Kralı Guy de Lusignan'ı Kıbrıs Krallığı'na getirdi. Lusignan ilk olarak Filistin'den getirdiği yandaşlarına arazi bağışlayarak yerini sağlamlaştırdı ve adada feodal bir düzen kurdu. Kıbrıs'ta Lusignanlar'ın bulunduğu bu tarihlerde Anadolu, Selçuklu Türkleri'nin idaresinde bulunuyordu. Çeşitli gıda maddelerini Antalya'dan temin eden Lusignanlar, Antalya'nın Selçuklular'ın eline geçmesinden sonra onlarla iyi geçinmek zorunda kaldılar. Selçuklular ile çeşitli anlaşmalar yapan Lusignanlar fırsat buldukça anlaşmaları yine kendileri bozdular. Lusignanlar'ın Kıbrıs'ta gerçekleştirdikleri en önemli olay; "Kıbrıs Latin Başpiskoposluğu"nu kurmak oldu. Katoliklik Ortodoksluk'u gölgelemeye başladı. Ortodoks halkın çıkardığı isyanlar şiddetli bir şekilde bastırıldı. XIV. yüzyılın sonlarına kadar süren Latin hakimiyeti, iki İtalyan şehir devleti olan Cenevizliler ve Venedikliler tarafından tehdit edilmeye başlandı. 1372 yılında Magosa'yı alan Cenevizliler 1464 yılına kadar ellerinde tuttular. Memlûk Sultanı Baybars da 1425 yılından itibaren Kıbrıs'a müdahale etmeye başladı. Adaya çıkan Memlûk ordusu, 1426 tarihinde Kral Janus'u mağlup edip esir aldı. Ada üzerinde Memlûklar, Papalık ve İtalyan şehir devletlerinin giriştikleri mücadeleden Venedikliler galip çıktı. Evlendiği Kıbrıs Kralı II. Jacques'ın bir yıl sonra ölmesiyle 1484 yılından itibaren beş yıl Kıbrıs'ı idare eden Kraliçe Venedikli Katerina Kornaro, idareyi Venedikliler'e bırakarak ülkesine gitti. İdare Venedikliler tarafından ele geçirildikten sonra Kıbrıs, Venedik soylularından seçilen bir askerî valiyle yönetildi.

Kıbrıs'ta Venedikliler'in hüküm sürdükleri dönemde her yönden güçlenmiş durumda olan ve zaman zaman adaya akınlar düzenleyen Osmanlılar, 1489'da Karpas bölgesine bir filo çıkartarak bir çok ganimet ve esir aldılar. Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında Mısır'ı zabtetmesi Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs'la doğrudan münasebete girmesine sebep oldu. Venedikliler Kıbrıs için Memlûk Devleti'ne her yıl 8.000 duka vergi vermekte idiler. Osmanlı ve Venedikliler arasında yapılan anlaşma gereğince bu vergi, artık Osmanlı Devleti'ne verilecekti. Kanunî döneminde yapılan bir anlaşmayla da İstanbul'da bulunan Venedikliler'e yeni haklar verilerek Kıbrıs'tan alınan vergi 10.000 dukaya çıkarıldı. Bununla beraber Venedikliler, Kıbrıs'ın Osmanlılar tarafından alınacağı duygusundan kendilerini hiç bir zaman kurtaramadılar.

1521'de Rodos Adası'nın Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle telaşa düşen Venedikliler, savunma hazırlıkları yapmağa başladılar. Bu meyan da, Lefkoşe'nin surları daraltılarak Magosa Kalesi'nin surlarına takviyeler yapıldı. Bu arada yerli halka baskılar bütün şiddetiyle devam etmekte, halk Venedikliler'in topraklarında angarya usulüyle çalıştırılmakta ve Ortodokslar zorla Katolik yapılmaya çalışılmaktaydı. Ağır vergiler ve zulüm altında ezilen halk, zalim Venedik yönetiminin yerine âdil Türk yönetiminin olmasını tercih etmekteydi.

23 Eylül 2007 Pazar

Osmanlı,zamcıları sopayla adam ederdi.

Erhan AFYONCU
Her Ramazan'da yiyecek fiyatları yükselir, ancak işin ilginci fiyatları kimin yükselttiği belli olmaz. Bunun en önemli sebebi de ülkemizde denetimin düzgün yapılamayışıdır.

Osmanlı döneminde ise devlet halkın sıkıntıya girmemesi için denetimi çok sıkı ve acımasız yapar, pahalı veya bozuk yiyecek satan esnafı sopayla cezalandırırdı.

Osmanlı yönetimi Ramazan gelmeden halkın 11 ayın sultanında sıkıntı çekmeden huzur içinde Ramazan'ını geçirmesi için birçok tedbir alırdı. Ramazan'da halkın sıkıntıya uğramaması için devletin üzerinde durduğu en önemli mesele yiyecek sıkıntısı çekilmemesi ve gıda fiyatlarının artmamasıydı. Ramazan ayı dolayısıyla gıdaların satılacağı fiyatlar devlet tarafından belirlenir ve bu fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevliler teftişlerde bulunurlardı. Devlet tarafından tespit edilmiş gıda fiyatları bir liste hâlinde bastırılarak dağıtılırdı.

EKMEK VE ET

Üzerinde en çok durulan iki yiyecek vardı: Ekmek ve et. Nitekim 1774 ile 1789 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Birinci Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir hatt-ı hümayunda, yani emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi.

Ramazan dolayısıyla çıkarılacak ekmek, simit ve çöreğin ne şekilde ve içine neler konularak pişirileceği devlet tarafından kararlaştırılarak fırıncılara duyurulurdu.

Ramazan'da satılacak ekmek numunesi padişaha gösterilerek onayı alınır, daha sonra fırıncılardan ekmeğin belirlenen numuneye göre hazırlanması istenirdi. Aynı zamanda satılacağı fiyat da Şaban ayının son günlerinde fırıncılara ilan edilirdi. Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı. Ekmeğin içerisinde başka bir madde bulunursa veya çiğ pişmişse fırıncı falakaya yatırılırdı. Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Fırıncılar un gelmemesi ihtimaline karşı bir aylık kullandıkları miktarı depolarında bulundurmak zorundaydılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat döneminden sonra Avrupa tarzı yeme, içme başlayana kadar en revaçta olan et, koyun etiydi.

Tavuk eti de sofraların bir başka çeşidiyken, dana eti lezzetsiz olduğu için hemen hemen hiç kullanılmazdı. Et mevsimine ve ayına göre fiyatlandırılır, kışın pahalı yaz aylarında ucuz olurdu. Mayıs-Haziran ile Eylül- Ekim ve Kasım'da 1 kilosu bir akçe, Temmuz-Ağustos aylarında 1 kilo 200 gramı 1 akçe, Aralık'tan Mayıs ayının sonuna kadar ise 850 gramı 1 akçeye satılırdı. Keçi eti koyun etinden ucuz olurken, en pahalısı kuzu etiydi.

Keçi ve koyun etleri ayrı ayrı satılır, karıştıran olursa kadı tarafından cezalandırılırdı. Devletin tayin ettiği fiyattan yüksek satanlar ile eksik tartanlar sattıkları etin her 5 gramına 1 akçe ceza verirlerdi. Halkın Ramazan'da artan et ihtiyacının karşılanması ve et sıkıntısı çekilmemesi için özellikle Trakya'dan İstanbul'a koyun getirtilirdi. Yiyeceklerle ilgili zam yapılması gereken bir durum varsa, uygulanmaz, zam Ramazan ayından sonraya ertelenirdi.

HİLEKAR VE KARABORSACIYA DAYAK

Tarih boyunca ne kadar kanun çıkarılırsa çıkarılsın esnafın bir kısmının halkı kandırmasına engel olunamamıştır. Osmanlı döneminde de en önemli sorunlardan biri esnafların bir kısmının vatandaşı kazıklamasıydı. Bu yüzden Osmanlı yönetimi kanunlara ağır para cezalarının yanı sıra dayağı da koymuşlardı. Müşteriye kalitesiz veya eksik mal veren, devletin belirlediği fiyattan daha pahalı satan esnaf herkese ibret olması için çarşının ortasında falakaya yatırılırdı. Suçu ağır olanlarsa kulaklarından dükkânlarının kapısına çivilenirdi. Zeynep Dramalı, "Tarihi Tersten Okumak" isimli ilginç kitabında Osmanlı yönetiminin esnafa karşı aldığı tedbirleri uzun uzun anlatır.

Osmanlı İmparatorluğu'ndaki esnaf devlet hizmetinde bulunanlar ve serbest çalışanlar olmak üzere ikiye ayrılırdı. Osmanlı sarayının ve kapıkulu askerlerinin ihtiyaçlarını karşılayan devlet esnafı "ehl-i hıref-i hassa" adıyla anılırdı. Sayıları 2 bini bulan bu grubun içerisinde ekmekçi, helvacı, kazancı, kürkçü, kâğıtçı, kuyumcu, çilingir, terzi, aşçı gibi değişik birçok meslekten esnaf bulunurdu.

Serbest çalışan esnaf ise loncalara bağlı olarak mal üretir ve satarlardı. Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren her esnaf birliğinin bir piri vardı. Hazreti Muhammed tüccarların, Hazreti İdris terzilerin, Hazreti Yusuf saatçilerin, Hazreti Davud demirci ve zırhçıların, Hazreti Adem çiftçilerin, Hazreti Lokman eczacı ve doktorların, Selman-ı Farisi berberlerin, Ahi Evren derici esnafının piri sayılırdı. Savaş zamanlarında orduda ihtiyaç duyulan esnaf devlet hizmetine alınırdı. Orducu esnafı diye isimlendirilen bu grup devletin ihtiyaç duyduğu gıdaların temin edilmesinden, imalathanelerde savaş malzemesi yapımına kadar değişik birçok alanda Osmanlı ordusunun ihtiyaçlarının temininde çalışırdı.

Osmanlı idaresi halkın mağdur olmaması için esnaf teşkilatını, hammadde temininden başlayarak imalat, pazarlama, malları fiyatlandırma ve satış aşamalarının tamamını denetim altında tutardı. Hiçbir esnaf malını devletin belirlediği narhın, yani fiyatın üzerinde satamazdı.

DENETİM ŞART

Piyasada satılan malların devletin belirlediği fiyatın üzerinde satılıp satılmadığının denetlenmesi padişahın vekili olan veziriazamların görevlerinin en başta geleniydi.Veziriazamın bırakın görevini aksatmasını, fiyat denetimini ihmal ettiği yönünde bir dedikodu çıkması bile azline sebep olurdu.Böyle bir durumla karşılaşmak istemeyen veziriazamlar Çarşamba günleri konaklarındaki divan toplantısının ardından, yanlarına İstanbul kadısı ile muhtesibi, yani zabıta mü- Osmanlı İmparatorluğu'nda esnafın denetimi muhtesib, ihtisab ağası veya ihtisab emini adı verilen bir görevlinin emri altındaki teşkilatla yapılırdı. Bunlar Osmanlı döneminin zabıtalarıdır Her kadılıkta, bir muhtesib bulunur ve kadının emri ile hareket ederdi.

Böyle bir durumla karşılaşmak istemeyen veziriazamlar Çarşamba günleri konaklarındaki divan toplantısının ardından, yanlarına İstanbul kadısı ile muhtesibi, yani zabıta mü- Osmanlı İmparatorluğu'nda esnafın denetimi muhtesib, ihtisab ağası veya ihtisab emini adı verilen bir görevlinin emri altındaki teşkilatla yapılırdı. Bunlar Osmanlı döneminin zabıtalarıdır Her kadılıkta, bir muhtesib bulunur ve kadının emri ile hareket ederdi.

OSMANLI’NIN ZABITASI HİLEKÂRA ACIMAZDI

Osmanlı İmparatorluğu'nda esnafın denetimi muhtesib, ihtisab ağası veya ihtisab emini adı verilen bir görevlinin emri altındaki teşkilatla yapılırdı. Bunlar Osmanlı döneminin zabıtalarıdır Her kadılıkta, bir muhtesib bulunur ve kadının emri ile hareket ederdi.

Esnaf kanunnamesinde, "Allah'ın yarattığı her şeyin hukukunun görülüp, gözetilmesinden muhtesibin sorumlu olduğu" kaydı bulunur. Muhtesib, yalnız esnafı denetlemez, yeni iş yerlerinin açılması ve yol izni verilmesi gibi konulara da bakardı. Muhtesib, emrindeki zabıtalarla esnafı teftişi sırasında suçu dayağı gerektiren bir kişiyi bulursa çarşı ortasında falakaya yatırtır, eğer suçu hapis veya sürgünü gerektiren biri olursa idari makamlara bildirirdi.

MESNEVİ

Mevlana yılı dolayısıyla önüne gelen kitap yayınlıyor. Bunların bir kısmı lüzumsuz ve değeri olmayan kitaplar. Ancak Mevlana yılı dolayısıyla nadiren de olsa bazı önemli kitaplar yayınlanıyor. Bunlardan birisi sahasında hâlâ ulaşılamayan bir otorite olan rahmetli Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu'nun sadeleştirerek yayına hazırladığı Mesnevi. Türk kültür tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Mevlana (öl. 1273) büyük bir âlim, şair ve sufîydi. Türkiye'nin günümüz Irak'ı gibi olduğu bir dönemde Anadolu'da yaşadı. Bu yıllarda Anadolu'yu işgal eden Moğollar her yerde zulüm yapıyorlardı. Mevlana halkın birliğini sağlamaya çalıştı. İnsanlara sevgiyi, merhameti, şefkati ve affı öğretti. Mevlana'nın Mesnevîsi büyük sufînin insanlığa katkılarını asırlarca sürüp, günümüze kadar getirdi. Mesnevî yazıldığı günden itibaren bütün İslam coğrafyasını derinden etkiledi. Mevlana, eserinde İslam'ı, imanı, Allah'ın kudretini, büyüklüğünü ve sevgisini anlatır. Eserini Farsça manzum olarak hazırlamış ve içine halkın anlayacağı ibret verici hikâyeler koymuştur.

Mesnevî'yi anlamak için manzum ve mensur birçok tercümesi yapılmıştır. Bunlardan biri de 18. yüzyılın önemli şairlerinden Süleyman Nahifî'nin manzum tercümesidir. Rahmetli Âmil Çelebioğlu Nahifî'nin bu tercümesini 1967’de yayınlamıştı. Hocasına layık bir talebe ve bugün Türkiye'nin en önemli Eski Türk edebiyatçılarından biri olan Prof. Dr. Nihat Öztoprak rahmetli Âmil Çelebioğlu'nun sadeleştirdiği Mesnevî'yi 40 yıl sonra yeniden yayına hazırladı ve kitap Timaş yayınları arasında çıktı. Bu kitabı bize kazandıran herkese teşekkür ediyor ve Mevlana'nın mesajını anlamak isteyenlere bu kitabı tavsiye ediyoruz.

20 Eylül 2007 Perşembe

Fatih'in yaktığı Matrix Tarikatı

Da Vinci modası bizdeki esrarlı örgütleri unutturdu. İşte Fatih'in diri diri yaktırdığı tarihin ilk Matrix'çileri: Hurufiler....

"BAŞKENT ANKARA" KEHANETİ
Hurufiler, şarkın en gizemli mezhebiydi. 14'üncü asırda doğan mezhep, kâinat ile sayı sistemleri arasında bağlantı kuruyor ve bu bağlantılarla "geleceği okuyordu." Mesela 19'uncu asır Hurufi şairi Müştak Baba, Ankara'nın başkent olacağını 100 küsur yıl öncesinden söylemişti.


İslam'ın Matrix'çi gizli mezhebi Hurufilik

İran taraflarında, 14. asırda "Hurufilik" denilen yepyeni bir mezhep doğdu. Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan, yani Matrix filminin kurgusunu andıran Hurufilik kısa zamanda yayıldı ama âkıbeti kanla yahut ateşle noktalandı. Mezhebin kurucularının derileri yüzüldü, Fatih Sultan Mehmed zamanında da, binlercesi diri diri yakıldı. İşte, Da Vinci Şifresi'ne rahmet okutacak derecede sırlarla ve maceralarla dolu olan "İslam'ın tek, dünyanın da ilk Matrix'çi gizli mezhebi" Hurufiliğin kısa öyküsü....

BAŞLARKEN

Şark dünyasının sırları Da Vinci'ye rahmet okutur

Türkiye'nin kültür hayatında, son çeyrek asırda yaşanan önemli bir değişikliğin acaba farkında mısınız? Kendi kültür geçmişimizden bihaber kalarak tarih, sanat, eğlence, hattâ günlük hayat konusundaki bütün örnekleri batı dünyasından verir hâle gelmiş olmamız hiç dikkatinizi çekti mi? "Da Vinci'nin şifresi", bu alıntıların günümüzdeki son örneği... Dan Brown'ın romanında ortaya attığı iddialar bugün bütün dünyanın yanısıra Türkiye'de de her an gündemde ama Da Vinci'ye atfedilen sırlara rahmet okutacak derecede gizemlerin çok daha fazlasının Şark dünyasının ve özellikle de imparatorluk Türkiyesi'nin geçmişinde vârolduğunu sadece konunun uzmanları biliyorlar. Üç gün devam edecek olan bu yazı dizisini Şark'ın gizemlerini hatırlatmak maksadıyla hazırladım. Bugün Edirne taraflarından başlan esrarlı yolculuğumuzun yarınki ve öbür günkü güzergâhı, İstanbul olacak.


Edirne'nin hemen dışındaki geniş çayırlarda, 1450'li yılların sonlarına doğru günlerce devam eden bir çabayla büyük, çok büyük ve birkaç bin kişiyi alabilecek devâsâ bir çukur kazıldı. Kazma işi nihayete erdikten sonra, çukuru bir ormanın hacminden daha fazla miktarda odunla ve çalı-çırpı ile doldurup odunları ateşe verdiler. Hararet, cehennemi hatırlatır gibiydi. Alevler göklere yükseldiğinde, askerler, ellerikolları bağlı binlerce kişiyi ite-kaka çukurun etrafına sürüklediler. İlk tekbiri, herkesin hürmet gösterdiği sarıklı, yaşlı bir zât getirdi. Bunu, çukurun etrafındaki askerlerin gerisinde durup olup biteni takip eden binlerce kişinin hep bir ağızdan getirdiği tekbirler ve ardarda sıralanan lânetler takip etti. Askerler, çukurun başına sürükledikleri elleri-kolları bağlı binlerce kişiyi bir anda alevlere atmaya başladılar. Diri diri ateşe fırlatılanların feryadları tekbirlere ve lânetlere karışıyor; kavrulanların mikdarı arttıkça çukura odun takviyesi yapılıyordu. Etrafı genzi yakan ve dayanılmaz bir yanık et kokusu sarmış, duman her tarafı bürümüştü. Ama, saatler boyu devam eden bu facia dinmeden, hiç kimse meydanı terketmedi; son kurbanın da kömürleşmesine kadar orada kaldılar ve diri diri kavrulanların ruhlarına lânet okuduktan sonra dağıldılar. Yakılanların suçları "Hurufi" olmaları, yani İslam tarihinin en esrarlı, en karmaşık ve en militan mezhebine mensup bulunmalarıydı. 16. asrın biyografi yazarı Taşköprüzâde Ebu'l-Hayr İsâmü'ddin Ahmed Efendi, "Şakâiku'n-Nu'mâniyye" isimli eserinde Hurufiler'in diri diri yakılmalarını anlatırken "Dalâlete düşenler, lâyık oldukları ateşe işte böyle kavuştular" diye yazacak; Hurufiler, Edirne'de 1450'li yılların sonlarında yedikleri bu darbeden sonra bellerini bir daha doğrultamayacak ve sır dolu bir grup olarak tarihe geçeceklerdi. Hurufi mezhebini, İran'da 1340 senesinde doğan Şihabüddin Fazlullah adında bir tasavvufçu kurdu. Fazlullah,kendisinden asırlar önce vârolan aşırı mezheplerin, özellikle de Batınililiğin etkisi altındaydı. Mezhebinin inanç temelini "harflerin ve sayıların kutsallığı" düşüncesi ile "ses" kavramı teşkil ediyordu. "Ses", Fazlullah'a göre her varlıkta mevcuttu; hattâ cansızlarda, meselâ taşlarda bile bu özellik vardı. İki taşın birbirine vurulması neticesinde işitilen ses, cansız maddelerin sahip oldukları bu özellikti.

DERİSİNİ YÜZDÜLER
Ses olgunlaştığı zaman "söz" olur, söz de harflerden meydana gelirdi, dolayısıyla herşeyin aslı "harf" idi ve her harfin belirli bir sayı değeri vardı. İşte, bu temelden yola çıkan Fazlullah'a göre İslamiyet ile ilgili bütün meseleler Arapça'nın 28, Farsça'nın da 32 harfiyle izah edilebilirdi. Herşey sayıda gizliydi, sayıların arasındaki ilişkiler vasıtasıyla Kur'an'ın yorumlanıp gizli sırların öğrenilmesi ve mutlak gerçeğe ulaşılması mümkündü. Hurufilik, İslam uleması tarafından ilk zamanlarında aşırı bir mezhep gibi görüldü ama Fazlullah'ın daha sonraları dünyanın, ahıretin velhasıl herşeyin temelinin kendisi olduğunu söylemesi ve "Ben, aslında Hazreti İsa'yım, dünyayı kurtaracak Mehdi, benim" demesi üzerine Hurufiler kâfir kabul edildiler. Bu sırada giderek daha fazla taraftar toplayan Hurufiler'in siyasi iktidarı ele geçirmeye kalkışmaları üzerine, Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Fazlullah'ın kafasını kestirdi. Sonra derisini yüzdürdü, cesedini ip bağlatarak pazarda dolaştırdı, etini köpeklere yedirdi ve vücudundan kalan bütün ateşe attırdı. Fazlullah'ın idamına rağmen sayıları ve güçleri giderek artan Hurufiler hemen her yerde sıkı bir takibe uğradılar. Ele geçirilenlerin ya derileri yüzüldü, yahut yakıldılar; hayatta kalabilenler de, kurtuluşu Anadolu'ya geçmekte buldu. Hurufiler, Fatih Sultan Mehmed'in iktidar yıllarında sayıların ve harflerin cazibesiyle hükümdarı bile etkileyerek saraya sızmayı ve devlet işlerine müdahale etmeyi başardılar. Ama, devletin güçlü veziri Mahmud Paşa yine o devrin en güçlü din âlimlerinden Fahreddin-i Acemi'den "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartınca, Fatih'in söyleyecek sözü kalmadı. Neticede, Edirne'deki o büyük ateş yakıldı ve ateşin başında ilk tekbiri de Fahreddin-i Acemi getirdi. Ayrıntılarını yıllar önce rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın ortaya çıkardığı bu gizli mezhebin inançlarına bugün artık sadece tarih kitaplarında rastlanıyor. Siyasetin yanısıra kültür ve sanat çevrelerini de asırlar boyunca etkilemiş olan bu akımı artık bir mezhep yahut din değil, kültür kaynağı olarak kabul edenler ve sistemin temelinde vârolan "ebced" ile "cifir" meselelerine alâka duyanlar bugün hâlâ mevcut. İslamiyet'in "Matrix"i olan ve gölgesi günümüzde çok dar bir çevrede devam eden Hurufiliğin ayrıntılarını merak edenler, bu sayfadaki kutulara bakabilirler.
Sabah

8 Eylül 2007 Cumartesi

Türk Hat Sanatı

Dr. Hatice Aksu
Hat sözlükte ''ince, uzun doğru yol, birçok noktaların birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı'' gibi anlamlara gelir. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü'lhat, elhattu'lhasen) manalarında kullanılmıştır. Hüsni hat, estetik kurallara bağlı kalarak , ölçülü, güzel yazma sanatıdır; fakat İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. İslam yazılarını güzel yazma ve öğretme hünerine sahip Sanatkara hattat, bu Sanata da hattatlık denilmiştir. Hat, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir. Nitekim büyük matematikçi Öklid de aynı manaya işaretle; ''Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir'' demiştir.
Abbasiler devrinde gelişen hat Sanatı onbeşinci yüzyılda ünlü Türk hattatı Şeyh Hamdullah (1429-1520) ile yeni bir tavır ve şive kazanmış ve o zamanki İslam dünyasının bütün hattatlarının üstadı olmuştur. Onun üslubu Osmanlı hat Sanatının gelişmesine geniş ölçüde yol açan bir temel oluşturmuştur. Onbeşinci yüzyılda yetişen sanatkarlardan biride İstanbul Fatih Camii kitabesiyle Topkapı sarayında Sultan Ahmed çeşmesine bakan dış kapının kitabesini yazan Ali bin Yahya Sofi'dir. Süleymaniye Camii kubbesinde yazıyı yazan Karahisari Osmanlı Sanatına güzel fakat süreli olmayan bir üslup getirmiştir. Onyedinci yüzyılda Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı Sanatını benimsemişlerdir Sultan III Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasında idi. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'an'larla Hafız Osman'ın şöhreti bugün Hindistan'a ve Cava'ya kadar bütün İslam alemine yayılmıştır. Bundan sonra Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesari on dokuzuncu yüzyılda, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi ve Yesarizade Mustafa İzzet efendi çok tanınmış üstadlardır.
Yazı başlı başına bir Sanat olduğu gibi dekoratif Sanatların zenginleştirilmesinde ve mimaride çok büyük rol oynamıştır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı mimarisinden yazıyı çıkaracak olursak bunların pek fakir bir manzara göstereceğine şüphe yoktur. Dekoratif Sanatlar içinde aynı şey söylenebilir. Yazı Sanatının yanında tuğraları da gözden geçirmek lazımdır. Her sultanın adına arma şeklinde tuğra denilen bir kompozisyon oluşturulmuş ve fermanlar ile önemli vesikaların başına da tuğra çekilmiştir.

Yavuz Sultan Selim ve Kürtler

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
Muhtelif fikir çevrelerinde Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru mudur? Elbetteki bu iddianın tam tersi doğrudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Şöyleki, Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır.
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.
Nihâyet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır. İşte bu hakikatı idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti.
Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.
Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ül-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.
Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhâkı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şi’îlerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim'e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.
“Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuşdur.”
Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman 1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:
“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.” Diyarbekir'in Safevî Devleti'nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemiştir.
İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.
Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şi’îleştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.
Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibâren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:
1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey.... Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir.
2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardır: “Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz “.[1]
Yavuz Sultân Selim ve Kürtler konusunda ileri sürülen önemli fikirlerden biri de Yavuz Sultan Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddiasıdır. Bu konuyu da önce Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı onu kısaca açıkladıktan sonra, bu iddiaların doğru olup olmadığına işaret edelim. Esasen bu iddiaların da Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklandığını hemen burada işaret edelim.
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu'da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.
Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz. Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti'nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti'nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi.
İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim ola-gelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihânet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arâzîleri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar.
Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arâzîsinde tımar nizâmı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir.
Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da’da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti'ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840'lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.[2]
[1] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Bayram, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, sh. 8 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, İstanbul 1996, sh. 30 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 197-213.
[2] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, sh. 12 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, sh. 40 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 213 vd.